Annemde, Eyyüp (a.s)’ın sabrı ve metaneti vardı sanki. Kısa zaman önce bir konağın hanımı olan annem, hamal parası vermemek için otuz, kırk kg’lık gazeteleri sırtına alıp eve kadar taşıyordu. Babamın elini sıcak sudan soğuk suya sokmadığı annem, artık buğday çuvallarını sırtına yükler, değirmende öğütür, bu sefer de sırtına un çuvalını yükler eve kadar geri getirirdi. Kendisine çeşit çeşit kumaşlar alınıp, en yeni modellerde elbiseler diktirilen annem, babamın vefatından sonra eski, yaşından büyüklerin giyindiği elbiseleri giyer olmuştu. Çifter çifter ayakkabılar getirirdi babam, hangisini beğenirse onu annemin ayağına giydirir, her şeyiyle birebir ilgilenirdi. Şimdilerde ise “kilaç” dediğimiz plastik pabuçlar giyiyordu annem. Annemin artık tek gayesi bizi, babamın istediği gibi yetiştirmek olmuştu. Dualarla uyutur, biz hastalanınca dualarla başımızda gözü yaşlı, dili dualı beklerdi. Her gece bir leğen ve ibrik getirir, ellerimizi, yüzümüzü yıkar ve kuruturdu. Geceliklerimizi giydirir, dualar ile bizi yataklarımıza yatırırdı. Her işimiz ile birebir ile ilgilenir, bize iş yaptırmak zorunda kaldığında, canı çok yanar ve “Annenizin gözüne toprak düşseydi de sizi bu işleri yaparken görmeseydi, o narin ellerinizi bu halde görmeseydi” derdi.
Ben ve annem azim ve kararlılıkla çalışırken kardeşlerim de bizim bu azim ve kararlılığımızı görüp, derslerine dört elle sarılıyorlardı. Yetimliğin verdiği masumiyet de eklenince okulda takdire şayan başarılar elde edip, çevreden ve okuldaki hocalardan takdir topluyorlardı. Bir gün Muhammed’in sınıf öğretmeni onu yanına çağırmış ve ona yetim olduğunu biliyoruz demişti. Sana yardım etmek istiyoruz, neye ihtiyacın varsa söyle onu sana alalım diye onu sıkıştırmıştı. Muhammed bu duruma çok utanmış, birçok şeye ihtiyacı olduğu halde onurlu davranıp, hiçbir şeye ihtiyacım yok demişti. Hocanın yoğun ısrarlarından sonra yazılıya girmek için bir A4 kâğıdının olmadığını söylemişti. Aslında çok eksikleri vardı. Kalemleri artık ellerine sığamayacak şekilde küçülünceye kadar, o hale geldikten sonra da jilet saplarını kalemin başına takıp kalem bitene kadar kullanıyorlardı. Yalnızca bir okul önlükleri vardı. Üçü beraber kullanıyordu onu. En son Mustafa kullandığında siyah okul önlüğünün rengi solmaktan beyaza çalan bir renge dönüşmüştü. Kitapları da Muhammed’e gider ikinci el kitap satan yerlerden alırdık. Muhammed’den sonra bu kitapları sırasıyla Abdullah ve Mustafa da kullanırlardı. Ama hiçbir zaman bu durumdan gocunmaz, her fırsatta da bize destek olmaya çalışırlardı. Ayrıca, Muhammed ve Abdullah yaz tatillerinde eve katkıları olsun diye eczane, terzi, demirci gibi yerlerde çıraklık yapmaya başlamışlardı. Mustafa da biraz büyüdükten sonra evin getir götürücüsü olmuştu.
Hz. Eyyüp (a.s) imtihanı gibiydi imtihanımız. Ama biraz farklı olarak o önce evlatlarıyla biz ise babamızla, sonra mal, sonra hastalıkla imtihan olunuyorduk. O sıralar semt genelinde kolera salgını vardı. Bizim evin altındaki kilerde bir kuyu bulunuyordu ve biz bu kuyu suyundan içiyorduk. Sonradan anlaşıldı ki kolera salgınını buradan kapmıştık. Bir gün ansızın kuzenim şiddetli kusma ve ishal şikayetiyle güne başladı. Sonra sırasıyla tüm aile üyelerimize bulaştı bu durum. Ama ben ve kuzenim en şiddetli geçirenlerdendik. Öyle ki evimiz karantinaya alınmış ve üvey amca kızlarımdan bazıları yardımımıza gelmişlerdi. Evin manzarası çok kötüydü. O kadar şiddetli bir kusmaydı ki artık bu işi lavaboya gidip yapmaktan aciz haldeydik. Yardıma gelen kuzenlerimin ellerinde bir leğen vardı ve sırasıyla o leğeni her kusanın önüne bırakıyorlardı.
En sonunda beni ve kuzenimi doktora götürdüler. Kuzenime ilaç vermişler ama benim durumumun çok kötü olduğunu ve bir odada karantinaya alınıp, ölüme terk edileceğimi anneme söylemişlerdi. Annem bunu kabullenememiş ve üvey amcamın eşi ile birlikte beni hastaneden kaçırmışlardı. Benim yalnız bir kızım var ve bunun bir çaresi olmalı, burada onu ölüme terk edemem demişti. Zaten bizden önce mahallemizde bulunan iki tane gence de kolera salgını bulaşmış ve onları da öylece ölüme terk etmişlerdi. Hatta öldükten sonra da üzerlerine çimento döküp gömmüşlerdi. Hastaneden geldikten sonra annemler kuzenime verilen ilaçlardan bize de almış ve tüm aile mensupları bu ilaçlardan kullanmaya başlamıştı. Kısa bir aradan sonra hepimiz dualar ile ve o ilaçlar vesilesiyle iyileştik. Hamdolsun ki bu imtihanı da başarıyla atlatmıştık. Bu imtihandan da elbette en çok etkilenen annem olmuştu. Babamdan sonra tek dayanakları bizdik ve bizi de kaybetmenin korkusunu bir kez daha yaşamıştı. Durumumuz düzene girdikten sonra tekrar iş hayatımıza devam ettik. Annem hem babamın “kızlar okula gitmesin” demesi üzerine hem de ona ve eve destek olabilmem için beni okula göndermemişti. Yaşıtlarımın okula gitmesi ve benim okuyamıyor olmam beni çok üzse de kardeşlerimin okuldan geldikten sonra okulda olup bitenleri bana anlatmaları ve derslerinde başarılı olmalarıyla sanki ben de okula gidiyormuşçasına mutlu oluyordum.
Artık daha düzenli işler yapmalıydık. Hem sadece bayan ortamı olmalı hem de para kazanmalıydık, bunun için ilk akla gelen Terzilikti. Babaannem, halama çeyizi için bir dikiş makinası almıştı. Babamın ölümünden sonra eniştem korkmuş ve cenazeye, yas yerine gelmeyince, amcam da sinirlenmiş ve gidip babaannemin aldığı dikiş makinasını bizim eve getirmişti. Annem zaten ara ara somya takımları dikmeyle işe başlamıştı. Sonra ben de küçük küçük bebek eşyaları ile dikişe başladım. Başlarda yapamayacağımı düşünürken babaannemi bana her daim destek verici buluyordum. Kendi kumaşlarını getirip, bana biçtiriyor ve ardından diktiriyordu. Bozulunca da bir şey olmaz kızım, boza boza öğreneceksin deyip bana güç kaynağı oluyordu. Babaannemin desteği ve benim de gayretim sayesinde artık dikiş dikebilecek bir konuma gelmeyi başarmıştım. Bu aşamadan sonra yavaş yavaş komşulara, yakınlara haber veriyorduk ve kumaş parçalarını getirenlere para karşılığında kıyafetlerini dikiyorduk. Artık terzi ailesi olarak tanınacak kadar işimizi büyütmüş ve tanınmıştık. Annem düğme işleri, üvey annem piko dediğimiz etraf sarma işlemini, ben de kesip biçme ve dikme işlerini yapıyordum.
8. Bölümün Sonu
Söz&Kalem - Zeynep Kübra Titiz