Emek verdikten sonra emeğinin karşılıksız kaldığı nerde görülmüş ki? Biz vira bismillah dedik, Allah da yardımcımız oldu ve işlerimiz büyüdükçe büyüdü. Ben ve üvey annem dikiş işine yoğunlaşmıştık. Annem de hem ev işleri hem gelen müşterilerin karşılanması hem de fırsat buldukça düğmeleme işleri, piko ve teğellemeleri yapıyordu. Bu sırada kardeşlerim de büyümüş, ikisi liseye giderken Muhammed de üniversite sınavına hazırlanmaya çalışıyordu. Bununla birlikte, tatillerde de annem ile beraber başka şehirlere para karşılığında fındık toplamaya gidiyorlardı. Herkes el birliğiyle çalışınca durumumuzda bayağı düzelmeye oldu ve hatta birikim yapmaya bile başlamıştık.
Mahallemizdeki konakların yıkılıp binaya dönüştürülmesi sonucunda, bir gece ansızın konağımızın bir duvarı çöküverdi. Hal böyle olunca babaannem bizim de evimizi yıkıp, binaya dönüştürmemiz gerektiğini söyledi. Herkes elinde avucunda ne varsa evin inşaatına koydu. Başta konağımız yerine tek katlı bir daire yaptık ve hepimiz oraya yerleştik. O kocaman konaktan dairelere girmek bize küçük gelmeye başladı ama elimizde de hiç para yoktu. Ara ara amcam ile konuşuyorduk. O bunu öğrenince babaanneme para yolladı ve dairenin üstüne bir kat daha attık. Böylelikle babaannem ve dedem ilk katta, biz de ailece ikinci katta kalmaya başladık. Tabi, bir süre sonra babaannem amcamın parası ile yapılan katta oturduğumuz için amcama kira vermemizi istedi. Aslında amacı elimizi sıkı tutup kendimize üst kata bir kat daha attırmaktı ve bunun yanında da amcamın da birikiminin karşılığını aldırmaya çalışmaktı.
Babaannem böyle yapınca biz de daha çok çalışmaya ve daha çok biriktirmeye gayret ettik. Annem ve kardeşlerim de o yaz yine fındık toplamaya gittiler ve o yıl topladığımız paralar ile kendimiz için üçüncü bir kat yaptık. Artık kendimizin bir evi vardı. Amcamın katına da kiracı taşınınca her şey babaannemin istediği gibi olmuştu. Biz de kendi evimizde çok mutluyduk. Terziliğe de devam ediyorduk. Ben de yapamam korkusunu yenmiş ve işimde başarılı olmuştum. Hatta öyle ki bayramlara yaklaşık iki ay kala artık yeni kumaş siparişi almıyorduk bile. O dönemlerimiz çok yoğun geçiyordu, bayram sabahına kadar geceleri uyumadan, hatta doğru düzgün yemek bile yemeden çalışıyorduk. Tabi işimiz bayram sabahı da bitmiyordu, sıra sabaha kadar kumaşları kucağında uyuyakalan küçük kuzenlerimize, yakınlarımızdakilere geçiyordu. Onlarınkini de bitirince ancak birkaç gün derin bir nefes alabiliyorduk. Sıra bize geçiyordu ama bizde hal kalmamış oluyordu. Öyle ki, yorgunluktan banyo yaptığım sırada elimde tarak, oturduğum yerde uyuya mı kalmıyordum. Mutfakta da bazen anlık olarak kendimden geçiyordum. Hayat zordu ama bu günlerimize şükür deyip, hamd edip, mutlu olmaya çalışıyorduk.
Muhammed o sene üniversite sınavına hazırlanıyordu. Bizim çabamızı görünce daha çok azmediyor ve başarısına başarı katıyordu. Üniversite sınavında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmıştı. Bu bizi sevindirmişti. Annem de emeklerinin karşılığını almaya başladığını görünce onurlanıyordu. Bir yandan da Muhammed’in Ankara’ya gideceğini düşününce üzülüyorduk. Babamız yoktu ama ben onların babasıydım, biz birbirimizin her şeyiydik. Daha önce hiç ayrılmamıştık ve Muhammed bizim en büyük destekçimizdi. Muhammed de bizi bırakacağı için üzgündü. Evimizin en büyük erkeğiydi ve aklının bizde kalacağını hissediyordu. Okullar açıldı ve Muhammed’i yolcu ettik, arkasında su dökmek yerine sevinç ile karışık gözyaşları döktük. O da sonradan yol boyunca çok gözyaşı döktüğünü itiraf etti. Annemin, Allah seni iyi insanlar ile karşılaştırsın diye ettiği dualar karşılığını bulmuş ve Ankara’da bir yurda yerleşmiş, namazında gençler ile tanışmıştı. Hamdolsun rızkı da genişti, birçok kurumdan burs da kazanmıştı. Hatta ara ara bize bile biriktirdiklerini gönderiyordu. Ondan sonraki iki sene peş peşe önce Abdullah sonrada Mustafa üniversiteyi kazanmıştı. Abdullah, Dicle Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesini kazanmıştı. Mustafa da Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmıştı. Annem her gün binler şükrediyor, her an onlar ile gururlanıp övünüyordu.
Böylelikle yaralarımız sarılmış, geçirdiğimiz acılı günleri geride bırakıp önümüze bakabilmeyi başarabilmiştik. Düzenli bir yaşantımız olmuştu artık. Biz kadınlar evde iki annem ile birlikte dikiş yaparken erkeklerimiz de okullarına gidiyordu. Bu arada Mustafa okuldan geldiği gibi eşyalarını bırakıp yemek dahi yemeden camiye gitmeye başlamıştı. Hem ders alıyor hem de gönüllü olarak küçük çocuklara Kur’an- ı Kerim dersi veriyordu. Orada öğrendiklerini de gelip bizlere anlatıyordu. Zaten muhafazakâr bir yapımız vardı ama geleneksel bir İslam anlayışına sahiptik. Mustafa eve gelip doğru bildiğimiz yanlışlar ile mücadele ediyordu. Üvey annemin televizyon izlemesini uygun bulmuyor, sık sık bize bunun gereksiz zaman kaybı olduğunu ve yozlaşmaya sebebiyet verdiğini anlatıyordu. Bana da Kur’an-ı Kerim dersini veriyordu.
Ben küçükken de hoca ablaya ders almaya gitmiştim ama babamın vefatından sonra yarım kalmış ve yoğun çalışma temposundan bir türlü fırsat bulamamıştım. Başlarımızın geleneksel örtülü olmasının yanlış olduğunu söylüyordu Mustafa bize. Saçlarımızı tamamen kapatacak şekilde örtmemizi tavsiye ediyordu. Dışarıya çıkınca üzerimize, ev kıyafetlerimizin görünmeyeceği pardösü giymemizi söylüyordu. Bir süre sonra camide ders aldığı hocalarının eşleri ile, ablalarıyla tanıştırmıştı bizleri. Onlar da ara ara bizi ziyarete geliyor ve İslami dersler yapıyorlardı. Aynı zamanda Muhammed de Ankara’dan gelince öğrendiklerini bize anlatıyordu. Hatta bir sefer gelişinde bana takmam için büyük, geniş eşarplar getirmişti. Ben de hem kardeşlerimin desteğiyle hem de dersler sayesinde İslam’ı en doğru şekilde öğrenip yaşamaya gayret gösteriyordum. Artık geleneğimizde olan kadın-erkek karışık düğünlere de katılmıyorduk. Her şeyi İslam çizgisi üzerinde değerlendirip, hangisi uygunsa ona göre uygulamaya çalışıyorduk.
9. Bölüm Sonu
Söz&Kalem - Zeynep Kübra Titiz