Yusuf Yetiş | Söz&Kalem Dergisi
Anlamlı bir hayatın yaşanması, insanın maddenin egemenliğine girmiş bu dünyada mananın varlığını unutmaması ancak köklü bir metafizikle mümkündür. Göklerle bağ kurmak ve yeryüzünü gökle kurulan bu bağla anlamlandırmak ancak insanı eşref-i mahlukat kılar. Bunun dışında beşerî ideolojilerin dayattığı insan tipolojileri ancak hazzın, dürtülerin ve bencilliğin doruklarına çıkmış bir model ortaya koyar. Fakat insan bu ifade edilenlerden çok daha büyük ve çok daha kıymetli bir varlıktır. Dünyanın uğruna yaratılması, sistemin tamamının onun etrafında tasarlanması ve meleklerin dahi ona hizmet etmesi büyüklüğünün yalnızca birkaç kanıtıdır.
Yedi Güzel Adam dizisinde nefis bir insan tanımı vardı. Orda; “İnsan doğar can kazanır, büyür güç kazanır, gücünü ikrarından alır, ikrar verdiği kararlardır. Eğer kararında adaletliyse erdemli olur, adaletinde kemalata ererse kâmil olur ve işte o zaman Yunus Emre’nin dediği gibi ‘canlar canını bulur’ diyordu.” İnsan beş altı kavramla ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi. Zaman değişti, artık insan insanın yuvası iken hobbes gibi adamlar haklı çıktı ve insan insanın piyasadaki kurdu oldu. İlişkiler, kazanımlar, görgü kuralları, ticari faaliyetler, duygusal hisler ve dahi aile kavramı maddeye entegre olmuş dünyada değişkenlik gösterdi.
Din denen mefhum, lirik ve manzum tasavvufi bir yakarış haline geldi. Hassas kalpli insanlar sistemin pestili oldu. Devir acımasız ve vahşi, kıyafet değiştirir gibi insan, ortam, iş değiştiren insanlarla doldu. Modern çağın insana dönüşüm yaşattığı evreler insanı insan olmaktan uzaklaştırdı. En çok insan olmaya ve gökle kurulmuş güçlü bir metafiziğin yeryüzünde tatbiki için çabalayan insan olarak kalmaya ihtiyacımız var. Kapitalist sistemlerin tüketim hazzını dayattığı, beşerî ideolojilerin insanın anlam arayışına ket vurduğu dönemde anlamlı bir hayat kovalamak yukarda ifade ettiğimiz üzere her zamankinden zordur. Her şey çıkar ve kazanca endekslidir.
Kâmil olmak, erdemlice davranmak, yaratanın belirlediği kurallar çerçevesinde bir hayat yaşamak meşakkatlidir fakat muhal değildir. Lakin bu başkasının aynasından kendine çeki düzen vermekle de mümkün olamaz. İnsanın yanılgısı başkasının şifreleri ile kendi medeniyet algısını oluşturmaktır bazen. Fakat hayat başkası olmak için fazla kısadır. Üçayaklı bir sac hayal edin. Biri kırıldı mı ayakta kalamaz, bunu bilir insanlar. İşte insan o sac gibidir. Bir ayağı geldiği yoldur, unutmamalıdır. Öteki ayağı istikamettir varacağı yerdir, üçüncü ayağı ise yapacağı şeydir, yani vazifeleridir. İnsan bu üç sacayağından herhangi birini kaybederse devrilir. Yaratanını bilmesi yetmez, varlığını hesaba katarak istikametini hatırlamak zorundadır. Vazifelerini bilmesi yetmez aksiyon gücünü damarlarındaki kandan almalıdır. Hulasa üçayağın üçünün de idrakinde olmalıdır ki hakiki anlamda insan olsun.
Peki, bu nasıl mümkündür? Her tarafta modernitenin farklı teklif ve emareleri, hazlara davetiye çıkaran emareleri varken hakiki anlamda gökle metafiziksel bir bağ, yerle bu meyanda bir tertip nasıl mümkündür diye sorgulamalar oluşur yazının seyri göz önünde bulundurulunca. Cevabı açıktır, aşk. Aşktır insanı istikamette tutan, âşık olunanı unutturmayan, aksiyon ve eylem gücünü ortaya koyan. İlahi aşk! Aşk insana aidiyet hissettirir. Olduğu yeri yadırgatmaz, gözünü kaydırmaz, hisleri diri tutar, yoldan sapacak menfi düşünceleri törpüler ve yalnızca gönlün meylettiğine odak oluşturur. Bu sebeptendir ki insan ancak aşk ile kemale erer. Kendi otokontrol mekanizmasını yaratanın belirlediği kurallarla ihata eder. Saç ayağının üçü pratikte ve teoride uygulandığında bu ihata edilenin aşınması epeyce zordur. Çünkü insan olması gereken yoldadır ve yaratıcısının öğretilerini başka beşerî ideolojilerin kıskacına koymaz. Daima yaratıcısının onu gördüğünü hisseder, müşahedesinin farkına varır. Böylece hayatının anlamının da farkındadır. Çünkü bir amaca adamıştır ve rıza-i ilahi onun için varılacak yegâne erektir.
Toplumsal yaşamın bazı evrelerinde, insanın yaratıcısını unutması acı ama gerçektir. Heva ve hevesine kulak verdiği yahut ona modernist kılıflar uydurduğu belli zamanlar vardır. Ortamından taviz verir, prensiplerini bir merak uğruna bozar, yeni keşifler yaptıkça sürekli revanı olduğu yola aidiyetini kaybetmese de mensubiyetini geçici olarak rafa kaldırır ve hazsal dürtülerin tatminine boyun eğer. Böylece yaratıcısını unutmaz ama varlığından da ar etmez bir gamsızlığa ulaşır. Ölümü hep başkalarının kapısında olduğunu düşünür ama ansızın ona uğrayacağını düşüne durduğu anda aklını oyalar ve hakikatten kaçarak kalpazan ideologların oluşturduğu ambalaj dünyasının geçici tatminlerine sığınır. Çünkü yaratanı ve ölümü hatırladığı an, aksiyon almak ve olması gerektiği yola revan olmak zorundadır lakin zor gelir. Yanlışı artık bile isteye tercih etmiş ve aidiyet hissettiği yerlere her an uzaklaşmıştır. İşte tam bu sırada bireyin yapması gereken geldiği yeri hatırlamasıdır. İstikametinin farkında olması ve aksiyon almasıdır. Yaratıcısının atan nabzına dahi hâkim olduğu ve kaçtığı her izbe köşede evvela yaratıcısının olduğu hakikatine kulak vermelidir. Anlamlı hayat ancak böyle yaşanır ve insan ancak bu yolla ona lütfedilenin hakkını verir. Otokontrolünü bu yolla sağlayabilir ve köklü bir metafiziği ancak böyle idrak edebilir.