Söz&Kalem Dergisi - Kadriye Altıntaş
Gürültü, genel olarak istenmeyen ses veya ses kirliliği anlamına gelmektedir. Araçların gürültüsü, pazardaysanız pazarcıların ürünlerini satmak için bağrışmalarının gürültüsü, okul çıkışı kendilerini sokağa atan çocuk bağırışları, ritmi birbirine uygun olmayan müziklerin gürültüsü, hep bir ağızdan konuşan insanların gürültüsü vs. Bunları dışsal gürültüye örnek olarak verebiliriz. Tabi bu örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Modern çağda, teknolojinin süratle hayatı iyileştirdiğine inandığımız dönemde, maalesef gürültü kirliliği daha da artmakta, büyük şehrin insanları daha sakin ortamlar olan köy ve kasabalarda yaşama hayali kurmaktadır. Sebebi ise, gürültünün insan üzerinde hem fiziksel hem de psikolojik olarak zararlarının olmasındandır. Dış dünyanın gürültüsünün bizi bu derece olumsuz etkilemesi ile elbette benliğimiz de nasibini alacaktır. Şimdi gelin hep birlikte iç dünyamızdaki gürültüye ve bu gürültünün ruhumuzda meydana getirdiği hasara bakalım.
İçsel gürültüyü, zihnimiz ile kalbimizin bağlantısını kesen her türlü etmen olarak tanımlayabiliriz. Bunu mal sevgisi, makam sevgisi, dünya sevgisi, insanın gözünü kör edercesine hakikati görmeyi engelleyen beşer sevgisi-bu cümlenin tanımına aşk demek istemiyorum, zira aşk kutsal ve değerli bir duygudur-, hırs, kıskançlık, intikam duygusu, insanın zaafları... gibi bir çok şey diyebiliriz. Hatta siz buna çok daha farklı şeyler de ekleyebilirsiniz. Yani kısacası insanı benliğinden yani kendisinden uzaklaştıran her şeydir.
Artan imkanlar ve gelişen teknolojiyle birlikte gittikçe kalabalıklaştığımız ancak, temelde gittikçe yalnızlaştığımız bu çağda, kendimizden olabildiğince uzaklaşmaktayız. Gerçekte mesafeler kısalmıştır, insan her yere yolculuk yapmayı ve yeni yerler görmeyi hayal etmektedir. Ama çoğu insan, içinde saklı olan dünyayı ziyaret edip onu keşfetmekten gafildir. İnsanların çoğunu gaflete sürükleyen şey ise insanın içini kalabalıklaştıran her şeydir. Yani kısaca içsel gürültüler diyebiliriz.
Peki benliğimizi derinden sarsan bu gürültü, nasıl bir tahribata yol açmakta?
İçsel gürültü arttıkça, ruh daralmaya ve o gürültüden rahatsız olmaya başlar. Dış dünyaya karşı hırslar, istekler, hayaller, kıskançlıklar… hepsi bir ağızdan konuşarak benliğin sesini bastırırlar. Böylece benlik zamanla törpülenir, ötekileştirilir, susturulur ve uzaklaşır. İşte o anda insanın kendisine yabancılaşması başlar. İçsel hesaplaşmalar ve dünyaya bağlılık arttıkça, insan benliğinden bir adım daha uzaklaşır. Zaman geçtikçe benlik tanınamaz hale gelir. Bir de bakarsın ki içinde kocaman bir orkestra ve müthiş bir gürültü…
Kimin ne konuştuğu, niçin konuştuğu belli değil. Orkestra dediğime bakmayın. Ritimsiz, birbirini dinlemeden çalınan enstrümanlar topluluğu... İşte o an anlarsınız, aslında kendinizi kaybettiğinizi. Sizi siz yapan benliğiniz, yani orkestra şefiniz yoktur artık. Orkestra şefi olan benliğimiz, her duygumuzun, olması gerektiği kadar konuşmasına izin vererek ruhumuzda ahenkli bir melodi oluşturur. Onun olmayışı ahengi bozmuştur. Çünkü siz onu dinlemeyip sesini bastırarak kendinize küstürmüşsünüzdür. Her an daha da kaybedersiniz içinizdeki benliği. Benlik; yaratıcının bizleri yaratırken bize bahşettiği o kutsal ruh. Bizi diğer yaratılan her şeyden üstün tutan şey.
Her insan bir âlemdir, derler. İnsan kâinatla bir bütün halinde ve kâinatta var olan her şeyden bir parça taşımakta benliğinde, ruhunda. Kâinat ise her zerresiyle Yaratıcıyı hatırlatmakta bizlere. Allah bizim O’nu bulmamızı istemiş. Kendisini bulmamız için de her yarattığında imzasını bırakmıştır. Biz Allah’ı bulmak için çok uzaklara gidiyoruz. Ancak kendimizi bilmemiz ve bulmamızın yeterli olduğunu bilemiyoruz. Ne güzel demiş Yunus Emre: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.’’ İşte tüm sır kendini bilmekte. O ruhu keşfetmekte. O ruha erişmekte. Bütün bunları yapabilmemiz de ancak içimizdeki bu anlamsız ve bize faydadan çok zararı olan gürültüyü güzel bir ahenge çevirmekten ve kendimizi dinlemekten geçiyor.
Şöyle sessiz ve rahatsız edilmeyeceğiniz bir yere geçin. Bırakın tüm ihtiraslarınızı, hırslarınızı, kıskançlıklarınızı, kötü düşüncelerinizi. Bırakın kimin sizin için ne söylediğini ya da sizin hakkınızdaki düşünceleri. Sadece içinize odaklanın, benliğinizi bulmaya çalışın. Emin olun o, ruhunuzun bir yerlerinde sizin ona seslenmenizi bekliyordur. Ona ulaşın. Artık bırakın dünya ve içindekilerle kavga etmeyi. Ulvi hedefleriniz olsun. Ulvi hedeflerimiz olmalı. Hedefimiz Allah olmalı. Onun bizden istediği arama ve bulma olmalı. Bundan dolayı vazgeçin sizi oyalayan, sizi kalabalıklaştıran tüm gereksiz insanlardan ve eylemlerden. İçimizde paha biçilemez bir hazine varken bizim onu değerlendiremememiz, ona ulaşamamamız bizim en büyük kaybımız olacaktır.
“Öyle sermestem ki idrak edemezem dünya nedir?’’ diye söylenir Fuzuli. Peki, nedir Fuzuli’yi her şeyden kendisini soyutlarcasına sarf ettiği bu cümle. Şüphesiz Allah aşkıdır; öyle erenler vardır ki bu dünyada, perdeler kalkmıştır gözlerinin önünde. Görünmeyen her şey görünür olmuştur onlara. Her şeyin aslında tek bir şeyde toplandığını ve her şeyde tek bir resim olduğunu görmüşlerdir. O kimseler Allah’ı benliklerinin derinliklerinde hissedip onu kainatın her zerresinde görmüşlerdir. Onlar bu hal üzereyken Allah dışındaki hiçbir şey onlara tat ve lezzet veremez olmuş, dünya onlara değersizleşmeye başlamış.
Her duygunun sahtesi var. İnsan her ruh halinde rol yapabilir. Ama Allah aşkını elde etmiş bir insan asla o duyguda rol yapamaz. Çünkü o hal, duygunun en katıksız ve masum halidir. Ne mutlu o insanlara ki bu dünya üzerindeki en değerli cevheri bulmuşlardır. Kendi benliklerinde sır gibi saklanmış olan Allah aşkını…