Bir gün öncesinde eksiklerimi tamamladığım yepyeni bir yol macerası beni bekliyordu. 07.30 sıralarında evden çıkıp havalimanına doğru yola koyuldum, zira yurtdışı uçuşu olmasından ötürü 3 saat öncesinde orada olmak istiyordum. Havalimanına vardıktan sonra yol arkadaşlarım ile buluşup yurtdışı çıkış pulu alıp pasaport kontrol noktasına doğru hareket ediyoruz. Kontrol noktası iki bölüme ayrılmış, eski tip pasaportu olanlar uzunca kuyruklar oluşturmuş iken yeni tip elektronik pasaportu olanlar hızlıca cihazlardan pasaportunu ve parmak izlerini okutarak çıkış yapabiliyordu. Bizler de hızlıca pasaportu ve parmak izlerimizi okutarak kontrol noktasından geçmiş bulunduk. Havalanacağımız kapıya gelerek sessizce etrafı izlemeye başladım. Bir yandan zihnimden rotam geçerken öbür yandan karşılaşacağım ‘yol halleri’nin heyacanı sarmıştı bedenimi, nedense gönlüm buruktu. Uçağa binmeden evde hazırladığımız poğaça-börek gibi aparatif yiyeceklerle kahvaltı yapmayı da ihmal etmemiştik. Nihayet uçaktaki yerimizi almış, yapılacak yolculuğun yaklaşık 1 saat 30 dakika sonra Belgrad-Sırbistan havalimanında biteceği anons ediliyordu. Gökyüzünü seyre dalmışken uyuyuvermişim. Tekerlerin piste çarpmasıyla uyanmış baş üstü dolabından eşyalarımı hızlıca alıvermiş ve koridordaki kuyruğa dahil olmuştum, yol arkadaşlarım ile beraber. Hemen girişte bizi Sırp polisler karşılıyor ve çeşitli sorular soruyorlar. Niye geldiniz? Kaç gün kalacaksınız? Nerede kalacaksınız? Otel rezervasyonuz var mı? Çıkış biletiniz var mı? gibi sorulara muhatap kılınırken diğer iki arkadaşımın ilk yurtdışı çıkış tecrübesi olduğundan dolayı onlara ilaveten ‘ilk seyahatiniz mi?’ sorusu da soruldu. Burada geçiş kolaylığı açısından yapmanız gereken temel şey elinizden geldiğince paniklemeden sorulara oldukça rahat bir şekilde cevap verebiliyor olmanız. Polisler bu rahatlığı hissettiği anda problem çıkarmadan geçişlerinize izin veriyorlar. Unutmadan söyleyeyim Kosova damgalı pasaport ile ülkeye girişinizde sıkıntı çıkabileceğinden dolayı eğer Balkan turu yapmayı düşünüyorsanız Belgrad’dan sonra Kosova’ya geçmenizi öneririm.
Sıradan çıktığımız gibi hızlıca exchange cihazlarında yanımıza aldığımız paradan 20 Euro kadarını Sırp Dinarı’na çeviriyoruz. Az daha ilerlediğimizde uzunca bir pasaport kontrol kuyruğunda buluyoruz kendimizi. Kendi ülke vatandaşları ve Avrupa Birliği üyesi olan ülke vatandaşları için ayrılan kısımdan bir kısım yolcular hızlıca geçerken, diğer ülke vatandaşları sıraya girmiş bekliyoruz. Nihayet sıra bana geldiğinde pasaportumdaki kaşe kalabalıklığından olsa gerek herhangi bir soruya tabi tutulmadan ülkeye giriş yapıyorum. Kontrol noktasını geçtikten hemen sonra arkadaşlarımın da adımlarıma dahil olmasıyla kendimizi A1 minibüsünde buluyoruz. Normal şartlarda pasaport kontrolünde vakit kaybetmemiş olsaydık belediye otobüsüyle şehre varmamız 150 Sırp Dinarı tutacak iken minibüs ile şehre gitmemiz 300 Sırp Dinarı (16-17 ₺ civarı) tutuyor. Otogara yakın bir kısımda iniyor, evimize 700 metrelik kalan yolu yürüyerek ve etrafı keşfederek ilerliyoruz. Şehrin merkezinde ev tuttuğumuzu fark ediyoruz bu fasılda. Az sonra evimizi bulup içeri geçiyor, eşyalarımızı yerleştiriyoruz. Dışarı çıkmadan suyumuzu ve atıştırmalıklarımızı yanımıza alıyoruz. Yurtdışı ziyaretlerinizde seyahatin hem maliyetini düşürmek hem de yoğun domuz eti ve alkole maruz kalmamak adına gideceğiniz yerden sizleri bir süre idare edecek bir şeyler götürmenizi tavsiye ederim. Zira bu, Sırbistan gibi yoğun domuz eti ve alkol tüketiminin olduğu bir ülkede işinizi fazlasıyla kolaylaştıracaktır. Aynı mekanda domuz eti varken tercih etmeyebilirsiniz fakat şunu unutmamalısınız ki bu etler aynı ızgarada piştiğinden dolayı yağının bulaşmış olma ihtimali çok büyük orandadır. Aynı şekilde aynı bardaklarda alkol ve şarap ikramının da yapmıyor olabileceğini düşünmek sizleri buralardan uzak tutacaktır. Diyebilirsiniz ki tüm bu hassasiyetimize rağmen ya yine maruz kalırsak? O zaman da bundan sorumlu tutulmayacağınızdan emin olabilirsiniz. Su demişken şebeke suyu dağlardan gelen doğal kaynak suyu olduğundan dolayı rahatlıkla içilebilir durumda. Aynı zamanda marketlerinde satılan suların iki kategorisi mevcut: Aromalı su ve natural su.
Şehrin merkezine yakın bir konumda olduğumuzdan dolayı 800-900 metre yürüyerek çoğu yere varabiliyoruz. İlk olarak hedefimizde Nikola Tesla müzesi var. Fakat bir ayrıntıyı atlamıştık sanırım, dünyanın hemen hemen her yerinde Pazartesi günleri müzeler kapalı olur. Sırbistan’a indiğimden beri havasından mıdır suyundan mıdır bilmem ama üzerimde oluşan gerginlik müzenin kapalı olmasıyla zirvelere çıkıyor. Vakit kaybetmeden parlemento binasına doğru harekete geçiyoruz fakat yol üstünde birden çok konsolosluk binası görmem Türkiye Konsolosluğu’nun da yakın olabileceği kanısını uyandırdı. Evet, yanılmamışım. 300 metre sonra karşımızda konsolosluk binası. Yol arkadaşlarıma dönüp hadi bir çay içelim de yolumuza öyle devam edelim dememle gülüşmeler ve şakalara maruz kalıyorum :) Fakat söylediğim şeyde ciddi ve kararlı olduğumu görünce istemsizce peşime takıldılar. Konsolosluk önündeki kulübedeki polis ‘srpski’ diyerek sırp olup olmadığınızı sorgulamıştı zira kendisi sırptı. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince zili çalıp içerdekiler ile konuşabileceğimizi söyledi. Zili çalıp kendimizi tanıttıktan sonra kapıyı açan polisin gayretli bakışları içinde içeri giriyoruz :) Normalde konsolosluk gezdirme programımız yok fakat kamerada o kadar kendinizden emin konuştunuz ki kapıyı açmak zorunda kaldım demesiyle gülüşmeler başlıyor. Konuk kabul odasına alınıp çaylar ikram edilirken tanışma faslı da aradan çıkmış oluyor. Ziyaretin sonunda ziyaretimizden memnun kaldıklarını dile getirmeleriyle ayrılıyoruz, Türkiye topraklarından. Sanırım çay içmemle üzerimdeki kasvet dağılmıştı. Parlemento binasını gezdikten sonra istikamet; Aziz Sava Katedrali. Günün ikinci ve asıl durağı Aziz Sava Katedrali, dışarıdan ihtişamlı görünen bu kilisenin içinde hâlâ yapım çalışması devam ediyor. Bu kilisenin bir diğer özelliği de Ayasofya mimarisinin kopyalanmasıyla en büyük Ortodoks kilisesi olma ünvanına sahip olması. Katedralden gezip çıktıktan sonra sol tarafında kurulmuş, renkli bir o kadar da fonksiyonel bir pazar ile karşı karşıya kalıyoruz. Hemen kenarda büyükçe bir hilal şeklinde oturma yerleri oluşturulmuş ve ortasında sürekli besledikleri bir ateş oluşturulmuş. Uzun bir vakit geçirdiğimiz katedral ve etrafı, bana Eyüp Sultan Camii ve arka tarafındaki pazarı anımsatıyor. Meydanda kurulan sahneden kendi dillerinde ilahileri eşlik ediyor, soğuk bir o kadar da kalabalık Belgrad gününe.
Havanın kararmasıyla Kale Meydan’a doğru yola koyuluyoruz. Sırpların Kalemegdan dediği tarihi bölüm, Tuna ve Sava nehirlerinin birleşim yerinde olması hasebiyle ziyaretçilerine eşsiz manzaralar sunuyor. Kale Meydan’a vardığımızda ışıklandırmalar ile tarihin renklendirildiği bir manzara ile karşı karşıya kalıyoruz. Hava karardığından dolayı Sava ve Tuna nehirlerini net görme imkanımız olmuyor. Saatlerimize baktığımızda yatsı namazı için vaktin girmek üzere olduğunu görünce şehrin tek camisi olan Bayraklı Camii’ne doğru seri adımlar ile yol alıyoruz. Nihayet gönlümüzün huzur bulduğu kokusu ve temizliğiyle ferahladığımız bir mekanda bulunuyoruz. Namazı kılmış kenarda oturur iken Sırp Müslüman bir genç yanımıza geliyor ve bizimle tanışıyor. Evinin camiye 8.5 km uzaklıkta olduğunu ve sabah namazı dahil her vakti camide kıldığını söylüyor. Vaktinin çoğunu camiye git-gel ile geçirdiğini söyleyen genç, ‘Elhamdulillah, elhamdülillah, elhamdülillah. Rabbimiz bizi böyle bir toplumda Müslüman olmamızı, hidayet bulmamızı nasip etti’ sözleriyle dilinden zikri eksik etmiyordu. Az sonra Kosovalı bir arkadaşı ile tanışıyoruz. Sırbistan’da Kosovalı olmasıyla gurur duyan bir genç :) Tek camileri olan Bayraklı camiini boş bırakmamak adına vakit namazlarını burada kılmaya özen gösteriyorlar. Az olan şeylerin kıymetli olmasından mıdır bilinmez ama yanı başımızda belki de her 300-400 metrede bir olan camilerimize aynı hassasiyet ile yaklaşmış olsaydık, daha diri ve iri olabilirdik. Yol yorgunluğu bastırmış, kendimizi bir an önce eve atmak için yola koyulmuştuk. Zira yarın Nikola Tesla Müzesi başta olmak üzere Kalemegdan’da gece göremediğimiz yerleri gündüz gözüyle ziyaret edip hafızamıza kazıyacaktık. Fakat eve geçmeden şehrin en ünlü caddesi olan Knez Mihailova’yı ziyaret etmeden olmaz diyoruz. Belgrad’ın İstiklal Caddesi de diyebiliriz aslında. Cadde ortasında yer alan Osmanlı yapımı su sebili özellikle yaz aylarında gelen turistlerin su ihtiyacını karşılıyor. Knez Mihailova aynı zamanda Doğu Avrupa’nın en güzel yaya caddelerinden biri. Cadde boyunca yer alan butikler, kafeler, restoran ve dükkanlar Knez Mihailova’yı renklendirmekle kalmamış, gecenin bir yarısı bile hareketli olmasını sağlamış.
Knez Mihailova turumuzdan sonra kendimizi evde buluyoruz. Hızlıca uyku moduna geçip sonraki güne yarı dinlenmiş bir şekilde uyanıyoruz. Eşyalarımızı topluyor ve akşamında Bosna’ya bilet almak için önce Otogara uğruyoruz. Saraybosna’ya (Bosna Hersek) alınan otobüs biletinden sonra Nikola Tesla Müzesine doğru yol alıyoruz. Vardığımızda bir önceki saat başı seansını kaçırdığımız için biraz beklememiz gerektiğini öğreniyoruz. Bu sırada Kitt adında bir Çinli bilgisayar mühendisi ile tanışıyoruz. Daima hazırolda bekleyen Kitt, düzen, tertip ve duruşuyla ülkelerinin disiplini hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Kitt ile tanışıp iletişim bilgilerini aldıktan sonra yanımızdan ayrılıp markete uğrayacağını söylüyor. İçeri girme vakti gelmiş, içerdeki sinevizyon salonunda kısa bir Tesla belgeseli izlememizle rehber eşliğinde müze gezdirilip icatların çalışma mekanizması anlatılıyordu. En çok garibime giden şey ise kablosuz elektriğin bulunmuş olması. Tesla kablosuz elektrik ile floresan ışıkları yakmayı başarabilmiş ve icadı müzeyi ziyaret eden herkese denettirilerek teyit ediliyor. Ben de merakımdan dolayı elime aldığım floresanın rehberin uzaktan elektrik vermesiyle ışık vermesine çok şaşıranlardanım. Belki bugün için değil şaşkınlığım, zamanın şartlarında Tesla’nın bulduklarına. Vakit kaybetmeden dün göremediğimiz yerler için Kalemegdan’a doğru yola koyuluyoruz.
Belgrad, zengin tarihini, şehrin her köşesinde gözler önüne serdiğinden şahane bir tarihi atmosfere sahip. Kaleye girerken kapının ismi dikkatimizi çekiyor; İstanbul Kapı. İstanbul’da da Belgrad Kapı olması yüzümüzde gülümsemeye sebep oluyor. Kanuni Sultan Süleyman döneminde fethedilen Belgrad, geniş yeşil alanları ve yürüyüş yerleriyle dikkatlerimizi çekiyor. Osmanlı Avrupa’sında İstanbul ile birlikte yüz bin nüfusu aşan ikinci büyük şehri Belgrad’da, kale o dönem şehrin kalbiydi. Askeri Müze, St. Petka ve Ruzia kiliseleri, Kula Nebojsa (Cesaret Kulesi), Türk Hamamı, VI. Carl Kapısı, Roma Kuyuları ve Belgrad’ın sembolü olan Pobednik de görülecek yerler arasında.
Yoğun sis nedeniyle tüm ihtişamıyla göremediğimiz nehirleri yakından görmek için aşağı iniyoruz. Bu arada Damat Ali Paşa Türbesi ve Aziz Mihail Katedralini de ziyaret ederek yolumuza devam ediyoruz. Nehirleri yakından gördükten sonra akşam yemeği için yöresel bir lezzet olan cevapcici yemeye karar veriyoruz. Fakat önerilen restorana gittiğimizde hem mekanın alkollü olması hem de içerde eğlence tertip edilmesi sebebiyle yan tarafında bulunan helal restorandan arap döner yiyerek Fatih günlerimizi yad ediyoruz. Yemekten sonra Red Bread adlı kafede otobüs saatine kadar vakit geçirirken, İngiliz çayını sütle beraber yudumluyoruz. Kafelerde dikkatimi çeken bir husus ise siparişinizle beraber gelen Wi-Fi şifrenizin size özel olması. Dinlendiğimiz ve internet ile olan işlerimizi hallettiğimiz mekandan hemen sonra Otogara doğru yola koyuluyoruz, gümrükte başımıza neler geleceğini asla hayal dahi etmeden :)
Bir sonraki yazımızda kaldığımız yerden; Bosna sınırından maceramıza devam edeceğiz. Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Söz&Kalem - Murat Çöklü