Söz&Kalem Dergisi - Murat Çöklü
Uzun bir süre önce planladığım fakat yalnız başıma yapmak istemediğim Hollanda ziyaretimi eşimin Türkiye’den Köln’e gelmesiyle yapmaya karar vermiştim. Seyahatlerimin öncesinde gezi planı çıkarmayı hem çok sever hem de vakti yerinde kullanma açısından faydalı bulurum. Fakat bu sefer böyle olmamıştı. Sanırım geze geze gidecek ve yollar bizleri yeni keşiflere çıkaracaktı.
Sabah kahvaltı yaptıktan sonra yola çıktık. Orman yollarını andıran otobanlardan geçtikten sonra gördüğümüz tabela sayesinde Hollanda sınırını geçtiğimizi anlamıştık. Bilmeyenler için bu durumu hep şöyle ifade ederim: Avrupa’yı aslında kocaman bir ülke gibi ve oradaki ülkeleri de şehir olarak düşünebilirsiniz. Avrupa içinde fiziki sınır diyebileceğimiz bir kavram yok aslında. Tarihe baktığımız zaman Lüksemburg'un Schengen kasabasında 14 Haziran 1985'te imzalanan ve 1995'te yürürlüğe giren Schengen Anlaşması pek çok Avrupa ülkesi arasında sınır kontrollerini kaldırmış, serbest seyahatin önünü açmıştı. Dolayısıyla buradaki şartları ulusal sınırlardan öte uluslararası sınırlar dâhilinde değerlendirmek gerekiyor. Buradaki sınır geçişlerinin bu denli kolay olması bizlere seyahat özgürlüğü hissiyatını fazlasıyla vermişti. Ama aklıma Müslüman coğrafyaları birbirinden ayıran, cetvelle çizilmiş yapay sınırlar geliverdi. Tarih boyunca içindeki ülkelerin birbiri ile çıkar çatışması içinde olduğu Avrupa kıtası bile bütün ayrılıklarını sınır dışı etmişken, bizlerin İslam beldelerine pasaportla geçişimiz yüreğime dokunmuştu. Yıllar önce bir gece vaktinde Irak’a giderken otobüste karaladığım dizeleri hatırladım:
yol,
çok şey katar insana
hele bana
çok şey de alıp götürür
hele benden
yine bir gece yolculuğu
"yalnız ve aciz"
ad oluyor birden bana
kendimden kaçmalarım duruveriyor
koşmaya başlıyorum içime
ama nafile
bekleyen ben değilim çünkü
hiç gitmediğim
bilmediğim bir şehir
ama merak ediyorum
öbür yarımın ne yaptığını
ne yiyip ne içtiğini
alıyorum evimi sırtıma yine
gidiyorum, gidiyorum
sadece gidiyorum
şey görüyorum
cetvel ile çizilmiş hudutlar
tel örgülerle parçalanmış aileler
yüreklere döşenmiş mayınlar
aynı dil, aynı kan
biri sınırın bu tarafında
biri öteki tarafında
bugün yine anladım
emperyalizm kötü bir şey..
Evet o gün yine anladım, emperyalizm kötü bir şey. Yolumuza bir müddet devam ettikten sonra Gouda tabelasını gördük. Şehre girdikten sonraki ilk izlenimlerim Gouda’nın Hollanda için tarihi ve pitoresk bir şehir olduğu yönünde idi. Kanalların etrafını sardığı bu güzel şehirde gezerken, tarih ve peynir kültürüyle dolu bir deneyim yaşayacağımızı hemen hemen dünyanın her yerinde market raflarında olan Gouda peyniri sayesinde tahmin etmek zor değildi.
Gouda'nın tarih dokulu sokaklarında yürürken şehrin meydanına çıkıverdik. Meydanın tam ortasında karşımızda bir şaheser duruyordu: Gouda Belediye Binası. Bu bina bataklık bir arazi üzerine kazık atılmak suretiyle inşa edilmişti. Gotik tarzdaki bu eserin usta ellerden çıktığı belliydi. Şehirde gördüğümüz başka gotik tarzda olan bir eser ise Orta Çağ'dan kalma St. Jans Kilisesi’ydi. Muhteşem vitray pencereleri ile dikkat çeken bu kilise, meydana komşu olduğundan perşembe günleri kurulan ünlü Gouda Peyniri Pazarı’na komşuluk yapıyordu. Burada yerel üreticiler taze peynirlerini sergiler ve geleneksel peynir tartışmaları gerçekleştirilir. Ama ne yazık ki perşembe gününe denk gelmediğimiz için pazarı görme imkânımız olmadı.
Kentin kanalları boyunca yürüyüş yapıp, tipik Hollanda evlerinin güzelliklerine tanık olurken; küçük köprüler, renkli çiçeklerle bezenmiş pencereler ve su kenarındaki kafeler, Gouda'nın rahat ve sıcak atmosferini yansıtıyordu. Gouda'nın tarihi merkezi dışında, peynir müzelerinin de mutlaka ziyaret edilmeye değer olduğunu söyleyebilirim. Gouda Peynir Müzesi'nde, peynir yapımının tarihçesini ve sürecini öğrenebilir, çeşitli peynir türlerini deneyimleyebilirsiniz. Bizler de ziyaret ettiğimiz müzede yüzlerce çeşit peyniri bir arada görüp uygun olanları deneyimle şansı elde ettik. Gouda'nın sakin atmosferi, tarihi zenginlikleri ve lezzetli peynirleriyle dolu bu güzel şehrin, Hollanda'nın tarih ve kültürünü yaşamak isteyen herkes için harika bir seçenek olduğunu söyleyebilirim, özellikle de emekliler için tam bir emekli şehri denilebilir.
İkindi vaktini devirdiğimiz Gouda şehrinden Amsterdam’a doğru yola çıkmıştık. Yol boyunca yemyeşil arazilerin ortasından geçen sağlı sollu kanallar bizlere eşlik ediyordu. Daha önce Hollanda’yı araştırırken ilginç bir bilgiye rastlamıştım. Hollanda’nın yaklaşık 7 metre kadar deniz seviyesinin altında bir ülke olduğunu öğrenmem karşısında hayretler içerisinde kalmıştım. Ayrıca 2019 yılında Hollanda aldığı karar ile ülkenin batı kıyısını ifade eden 'Holland' ismi yerine ülkenin tamamını ifade eden 'Netherlands' ismini kullanacaktı. Netherlands yani alçak ülke anlamına gelen bu söz nüfusunun %70'i deniz seviyesinin altında yaşayan Hollanda için daha anlamlıydı. Hollanda’nın deniz seviyesinin altında olması nedeniyle taşkın kontrolü ve temiz su konusunda çok büyük deneyimi vardır. Hollanda, sulama, emniyetli nehir kıyıları ve temiz içme suyu gibi suyla ilgili konularla baş etmek için birçok çözüm ortaya koymuş ve uygulamaya geçirmiş durumda. Ayrıca daha önce başına gelen felaketlerden sonra can kaybı yaşayan Hollanda, ilkokulda zorunlu yüzme dersi veriyor. Nüfusun neredeyse tamamı yüzme bilirken ülkeye sonradan gelen sığınmacılar için de zorunlu yüzme dersinin getirilmesi ülkenin gündemindeydi. 100 km/h hızla yol mu gidilir derken şehre giriverdik. İlk durağımız Fatih Camii’ydi.
Bu caminin çok farklı bir hikâyesi olduğunu dile getirmeden geçemeyeceğim. Fatih Camii, kentin en hareketli caddelerinden biri olan Rozengracht'ta, Avrupa'nın hemen her kentinde benzerlerine rastlanan neo-Rönesans tarzı Katolik Kilisesi olarak inşa edilmiş bir binanın camiye çevrilmesine şahitlik ediyor. Hikâye şöyle ki; Hollandalı sosyalistlerin gizli toplantıları için 1890'da inşa ettikleri bina, bir süre sonra Cizvit Tarikatı tarafından satın alınıyor. Katolik kilisesine bağlı Cizvitler 1927'de eski binayı yıkarak kilise binasını inşa ediyor. Hollanda nüfusunun ağırlıklı olarak Protestan ve ateistlerden oluşması, 1971'de kilisenin cemaatsiz ve parasız kalmasına yol açıyor. Bina 10 yıl kadar amaç dışı olarak kullanılıyor. Ta ki 1980'de Amsterdam'daki Türkiye’den gelenlerin kendileri için bir cami arayışına girmesine kadar. 1981'de camiye çevrilen yapı, 1986'da Hollanda Diyanet Vakfı'na bağlanıyor.
Binanın eski isminin Constantine yani İstanbul olduğunu öğrendiğimiz camide bundan habersiz Fatih isminin verilmesinde de ilginç bir tevafuk var. Fatih Camii günümüzde Amsterdam'daki Müslümanların önemli bir buluşma noktası olduğu kadar kentin anıt yapılarından biri de ayrıca. Amsterdam'ı ziyaret eden turistler, kültür-sanat organizasyonlarına da ev sahipliği yapan Fatih Camii'ni ziyaret ederek, Hollanda toplumu ile kaynaşan İslam dinini de tanıma fırsatı buluyor.
Hava kararmış ve günün yorgunluğunu üstümüzden atmak için yola çıkmıştık. Her tarafından sürekli bisikletlilerin çıktığı yollardan geçerek kalacağımız yere doğru gidiyorduk. Bu kadar çok bisikletlinin olması beni çok şaşırtmıştı. Fakat hem otopark fiyatlarını hem de araç vergilerini duyunca insanların neden bisiklet tercih ettiğini anlayabiliyordum. Hatta daha önceleri burayı ziyaret eden insanlardan dinlediğim hikâyelerden sonra ‘Amsterdam=Bisiklet’ şeklinde zihnimde bir yer edinmişti. Şehrin hemen hemen her noktasında bisiklet park alanları varken ayrıca şehirde neredeyse 1 milyondan fazla bisiklet olduğunu öğrenmiştim. Bir yerel haber sitesinden öğrendiğim kadarıyla da şehrin her tarafını kaplayan kanalların dibinde de bir o kadar bisiklet olabileceği gerçeği de vardı. Bisikletlilere devasa haklar tanınmış ve yollar yapılmıştı. İki şeritli yolun bir şeridinin tamamının bisikletliye ayrılması ve sadece bisikletlilerin geçeceği tünellerin yapılmış olması belki de bu örneklerin en basitleriydi. Eğer Amsterdam’a gitmek istiyorsanız ve gideceğiniz mevsim de uygunsa şehri turlama noktasında tercihinizin bisiklet olması sizi devasa otopark ücretlerinden muaf kılacaktır. Muaf kılınmadığımız otopark ücretini öderken ilginç bir konaklama yeri tercih etmiştik: Botel. Botel, her tarafı suyla kaplı olan bir şehirde tercih edilebilecek enterasan deneyimlerden biriydi bizim için. Gemi konseptli bu otel, kıyıya demir atmış bir geminin otel olacak şekilde dizayn edilmesiyle hizmet veriyordu. Fiyat performans olarak gayet makul bir seviyede olan bu otelin camından okyanustan gelen suları izlerken gözüm ufka takılmıştı.
Devamı gelecek…