Otobüsümüz dağlar, nehirler ve ovalar aşarken Bosna Hersek sınırına yaklaşmış olmamızdan dolayı otobüs içindeki ışıklar yanmış, pasaportlar toplanmıştı. Sırbistan sınırında herhangi bir problem yaşamamış, Bosna Hersek sınırına doğru ilerliyorduk. İki ülke bir nehirle ayrılmış, aradaki köprü sınır görevi üstlenmiş durumdaydı. Bosna Hersek sınırında pasaportlarımız toplanmış, az sonra otobüsteki bütün Türkiye vatandaşlarını indirmişlerdi. Yaklaşık dokuz kişiydik, üçümüz diğerlerinden ayrı durmuş, diğerleri de tek grup olması hasebiyle yan yana durmuştu. Memurlar diğer gruba sorular sormaya başlayınca gelen cevaplardan diğer grubunun sıkıntılı olduğunu anlamamız geç olmamıştı. Zira Balkanlardaki diğer ülkelere vize süreleri bitene kadar girmiş ve muhtemelen oralarda çalışmış veya dilenmişlerdi. Memur nerede kalacaklarını sorunca ‘çarşıya gidin, orada ucuz yer verirler dediler bize’ gibi bir cevapla karşılık verince ne iş yapıyorsunuz ne kadar paranız var sorularına muhatap oluyorlar. ‘Animal doctor, şşşşş’ yaparak iğne işareti yapmalarıyla gülmemek için zor tutuyoruz kendimizi. Yanlarında olan paranın çok az olması hasebiyle de güven vermeyen grup, polislerin eşyalarınızı indirin demesiyle otobüse yöneliyor. O ara onlarla beraber olmadığımızı anlatmaya çalışsak da aralarında kaynıyor, eşyalarımızı indirmek zorunda kalıyoruz. Polis, ‘no bosnia, go sırbia’ söylemini birkaç kez tekrar ediyor. İçeri geçtiğimizde eşyalarımızı diğerlerinden ayrı masaya koyuyor, arama sırasının bize gelmesini bekliyorduk. Sınırı geçememe ihtimalini de düşünerekten Bosna’da kalacak yer ayarlamamış, soracaklarında transit yolcu olduğumuzu Bosna’yı dönüş biletimizin olduğu yer için geçiş güzergahı olarak kullandığımızı söyleyecektik. Zira kalacak yerin ayarlanmamış olması, geçiş noktasında sıkıntı yaratabilirdi. Arama sırası bize geldiğinde çantalar aranmış, o arada memura tekrardan diğer gruptan bağımsız olduğumuzu dile getirmiştim. Durmadan bir şeyler anlatırken ‘biz tıp öğrencisiyiz’ deyiverdim. Ülkemizde tıp öğrencisi olmak, hayatımızı tehlikeye sokmak belki de kafalarımızda kaldırım taşı kırılması demek olsa da yurt dışında hayatımızı kurtarmıştı. Kimliklerimiz sorulmuş, teyit edilince de apayrı bir hürmet ve muameleye tabii tutulmuştuk. Ayrıca sorulan kalacak yer ve ne kadar paranız var sorularına da tatmin edici cevaplar verdiğimizden ötürü eşyalarımızı teslim edip otobüse bindirmişlerdi. Bir süre diğer grubu beklemiş olsak da geçişlerine izin verilmemiş, onlar olmadan yolumuza devam etmiştik. Sınırı geçtiğimize göre hızlıca kalacak yer ayarlamalıydık. Saraybosna’nın eski yerleşim yerlerinden birinde şehri ayaklarımızın altına seren bir manzarada, Veli adında bir adamın evini kiralamıştık. Nihayet herhangi bir sıkıntı yaşamadan Saraybosna’ya varmış, taksiye binmeden evvel paramızı dönüştürmek için döviz bürosu aramaya koyulmuştuk. Fakat saatin sabah 06.00 olması nedeniyle bir yer bulamadık. Otogar içinde bilet satışı yapılan yerden dövizi çevirip taksiye binip Veli’nin gönderdiği konuma doğru yola çıkıyoruz. Yolda birkaç defa taksiciyle konuşup yol tarif eden Veli, evine varmamızla samimiyetiyle ‘Selamun aleyküm’ deyip kucaklamıştı bizi. Veli’nin samimiyeti, evinin tertip ve düzeni hoşumuza gitmiş, temizliğiyle de diğerlerinden ayrılmıştı. Evin özelliklerini anlattıktan sonra şehir merkezine nasıl ulaşacağımızı anlatıp evi bize teslim edip hemen yan taraftaki evine geçiverdi. Saatin erken ve bizim de yorgun olmamız hasebiyle kimimiz duş aldı kimimiz uyuyuverdi.
Şehrin üzerine çöken sis bulutundan dolayı manzaramıza halel gelmiş, uyandığımızda asıl Saraybosna’yı izleme imkanımız olmuştu. Saat 11.00’a doğru sis perdesi aralanmış, fotoğraflarda gördüğümüz gibi şehir ayaklarımızın altına bir çarşaf gibi serilmişti. Balkon soğuk olsa bile bir süre manzarayı izlemekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Manzaranın verdiği heyecanla hızlıca hazırlanıp dik yokuşlardan savaşın izleri olan mezarlıklardan aşağıya doğru hızlı ama bir o kadar da dikkatli adımlar ile iniyoruz. Miljacka Nehri ve üstündeki köprüler ile tam karşımızda Vijecnica Kütüphanesi karşılıyor bizi. Avrupa’nın Kudüs’ü olarak tanımlanan farklı kültürlerin yıllardır kardeşçe yaşadığı Saraybosna, Avrupa’nın ve dahi hepimizin gözü önünde tam tamına 1425 gün Sırp milliyetçisi faşist güçleri tarafından kuşatıldı. Vijecnica Kütüphanesinin beş milyondan fazla kitabının yarısı yakıldı ve kütüphane kullanılamaz hale getirildi. Türkiye, diğer bazı Müslüman ülkeler ve batının vicdanlı insanlarının desteği ile bu kuşatma karşısında çokça ölüme rağmen dayandılar. Kuşatma bittikten sonra bu yapı restore edilerek günümüzdeki haline getirildi. Direnişin sembolü olmasından ötürü Vijecnica, Saraybosna halkı için gerçekten değerli bir eser.
Kütüphaneyi geçip sağ taraftan yukarı doğru çıkıyoruz, hedefimizde Bilge Kral Alija İzzetbegovic’in kabristanının olduğu Kovaçi War Memorial And Cemetary mevkii var. Alija’dan bahsetmişken tavsiye niteliğinde; Bosna’ya gitmeden Alija’nın en azından bir kitabını okumuş olarak gidin. Baktığınız her şey daha anlamlı hale gelecektir. Az sonra dik yokuşları çıkacak ve kabristanda Alija için dua ederken bulacaktık kendimizi. Mezarların karla kaplanmış olması beyaz olan mezar taşlarına ayrı bir ruh vermişti gibi. Az sonra daha yüksekçe kale gibi eski bir yere çıkacak şehri temaşa etme imkanımız olacaktı. Yol boyunca gördüklerimize durmadan ‘Selamun aleyküm’ diyor Sırbistan’ın havası gibi soğuk insanlarının öcünü buradaki sıcak insanlar ile alıyorduk. Şehrin havasını yüksekçe bir yerden bir süre soluduktan sonra çarşıya doğru inmeye karar vermemizle yokuşlardan ayaklarımızla fren yapa yapa iniyoruz. Düzlüğün başında ayağıma sarılan kedinin sevilmek için yaptıklarına destek olup, kış güneşinin tadını kediyle beraber çıkarmıştık. Miljacka Nehrine tekrar kavuşmuş, Latin Köprüsü’ne doğru serin adımlar ile ilerliyorduk. Latin Köprüsü, Osmanlı’nın Bosna’daki eserlerinden olup ayrıca Birinci Cihan Harbi’ne yakın tanıklığı sebebiyle İkinci Cihan Harbi’nden Balkan Savaşına kadar ‘Gavrilo Princip Köprüsü’ olarak adlandırılmıştır. Gavrilo Princip, Bosna Hersek’teki Avusturya Macaristan hakimiyetinden memnun olmayan Mlada Bosna (Genç Bosna) adlı bir örgüte mensup biriydi. Avusturya Macaristan Veliahtı Saraybosna’da dönemin Belediye Başkanı Fehim Çurçiç ile buluşmak üzere aracıyla Latin Köprüsü yakınlarından geçerken Nedeljko Čabrinović isimli saldırgan bomba atarak Franz ve Sofiya’yı yaraladı. Suikastı tamamlayan isim ise kalabalığı yararak araca doğru ateş eden Gavrilo Princip oldu. Bu sebeple köprü uzun yıllar ‘Gavrilo Princip Köprüsü’ olarak tanımlandı. Hemen sağ taraftan içeri doğru geçiyor, Bosna semalarındaki ezan sesine doğru ilerliyorduk. Az sonra karşımızda tarihi bir çarşı ve camilerle iç içe geçmiş mekanlar çıkacaktı. Başçarşı denilen Saraybosna’nın kalbi sayılan bu mıntıkanın şüphesiz en gözde eseri Hacı Hüsrev Bey Camii’ydi. Bey Camii olarak da bilinip Bosna Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey tarafından 1531 yılında Mimar Sinan’a inşa ettirilmiştir. Vakit namazını kılmak için camiye girmeye çalıştığımızda cami cemaati yavaştan dışarı çıkıyor, selamlaşıyordu. Caminin sorumluluğunu üstlenen bir bey amcamız bizi turist sandığından ötürü namaz vaktinde içeri giremezsiniz diyor. Tepki vermeden bir süre beklemeyi belki de tavırları görmek istedim. Cami cemaati dağılınca ayakkabılarımı çıkarıp içeri girebileceğimi söyleyince talimatlara harfiyen uymuş bulundum :) İçerde bana söylenilen yere geçip oturup bir süre camiyi izleme fırsatım oldu. Az sonra caminin kapanacağı uyarısını yapmak üzere gelirken namaz kılıp çıkacağımı belirtmem üzerine yüzünde hafif şaşkınlık ve tatlı bir gülümseme hakim olmuştu. ‘Hiç sorun değil istediğin zaman çıkabilirsin’ sözleri dökülmüştü dudaklarından, Türkiye’den geldiğimi öğrenince. Camiden çıkmış ve karnımızın acıktığı gerçeğiyle karşı karşıya kalmışken hemen karşımızdaki meşhur Boşnak börekçisi, Buregdzinica Bosna’ya uğruyoruz. Hakkını vererek yapılmış Boşnak börekleri ve hakkını vererek yiyen bizlerin eşliğinde karnımızı doyuruyoruz. Saraybosna Old Clock Tower, Hacı Hüsrev Bey Bezistanı, Ferhadija Camii, su sebili ve bu mıntıkadaki birçok yeri gezdikten sonra ara sokaklardan farklı muhitlere süzülüyoruz. Farklı muhitlerin çokça katedralleri mevcut. Kimisine dışardan baktığımız, kimisine içerden bakmaya teşebbüs ettiğimiz katedrallerin mimarisi Sırbistan’da gördüklerimize benzerdi. Rotamız hızlanmış, geç olmadan tren istasyonundan sonraki gün için Mostar bileti almalıydık. Yol üstündeki parkların birinde ayaklı satranç taşlarıyla satranç oynayan orta yaşlı kesim, ‘şahiii’ diyerek şah çekmiş ve karşı tarafın çamura yatmasıyla keyifli diyaloglara tanıklık etmiştik. Tarih içinden süzülürken karşımıza ‘sönmeyen ateş’ anıtı çıktı. Dünya savaşı kurbanları adına yakılan ateşin 1943’ten beri sönmediği iddia ediliyor. Anıt başında fotoğraf çekenlere aldırmadan azıcık ısındıktan sonra istasyona doğru hareket ediyoruz.
İstasyona varmış, sabah 06.00 için biletlerimizi almıştık. Dışarı çıkınca havanın kararmış olması ve bizim de yorgunluğumuz sebebiyle tramvaya binmeye karar veriyoruz. Bozukluklarımız çıkmayınca ve yanımızda Bosna markı olmadığından iki bilet alabiliyoruz. Normalde tramvaya binen yerli halk kart basmıyor geçip bir yerlere oturuyordu. İlk başta ulaşım ücretsizmiş gibi gelse de yerlilerin aylık yaptığı bu yüzden kart basmadığını öğreniyoruz. Çok nadir de olsa bilet kontrolü yapan memurlar trenleri kontrol eder, bileti veya aylığı olmayanlara 40 € ceza kesermiş. Riske atmamak adına bilet almıştık fakat bir tane eksik almak zorunda kalmıştık. Bütün şansımızı gündüz kullanmış olmalıyız ki az sonra bilet kontrolü yapan memurlar biletlerimizi soracaktı. Tekli koltuklara oturmuş arka arkaya dizilmiştik. Tam ortalarında olduğumdan dolayı bileti ilk soran memura öndekiyle benim bilet demiştim. Arka tarafımda bilet soran memura arkamdakiyle benim biletim demiş atlatmıştık memurları. Tramvaydan inmiş eve doğru yukarı çıktıktan sonra yorgunluktan dinlenme moduna geçip sabahı selamlamıştık. Ev sahibimiz Veli’ye evden saat 5 gibi çıkacağımızı söylemiştik geceden. Saat 05.00 olur olmaz Veli mesaj atıp kapıda olduğunu söylemişti, şaşırmıştık dakikliğine. Anahtarları teslim edip teşekkür ettikten sonra, göz gözü görmeyen buz pistine dönmüş sokaklarda dik yokuşlar iniyorduk Mostar uğruna. Tramvaya varmış sabahın köründe bilet kontrolü yapacak memur 40 Euro’yu hak ediyordur diyerek bilet almamış ve yerimize selametle varmayı başarmıştık. 15 dakika kadar erken varmıştık, trenin gelmesini beklerden insanların hareketlenmesiyle trenin geldiğini anlamıştık. Koltuk numarası olmasına karşın trende çoğu yer boş olduğundan dolayı istediğiniz yere oturabilirsiniz. Konfor seviyesi bakımından hızlı trenlerimizi aratmayacak cinsten olan Saraybosna-Mostar treni, ülkenin en iyi tren hattıymış. Yerliler unutamayacağımız bir manzaranın bize eşlik edeceğini söylerken seyahat başladığında ‘az bile söylenmiş’ deyiverdik. Dağlar ve nehirler aştık, aşamadıklarımız bizi Mostar’a çıkardı. Tren istasyonundan indikten hemen sonra yanı başımızdaki otogardan Karadağ için bilet satın almıştık. Karadağ’a giden çoğu firmanın Hırvatistan’dan geçiyor olması bizi vize problemi ile karşı karşıya bırakmış olsa da Karadağ’a direkt giden bir firmayı nihayet bulmuş ve bilet temin etmiştik.
Karnımız acıkmış, yöresel bir lezzet olan cevapciciyi burada tatmak istemiştik. Sakin bir mekan bulup cevapcici istemiştik. Tadı hiç de fena sayılmayan cevapciciye Mostar Köprüsü karşısında kahvelerimizi yudumlamamız eşlik ediyor. TV’lerde veya fotoğraflarda karşımıza çıkan Mostar Köprüsü’nden daha bir farklıydı burası. Köprü altından akan suyun çıkardığı ses ile huzur buluyor, mavinin tonlarına hasret gözlerimiz açık iken dinleniyordu. Köprünün sahibi edasıyla köprü üstüne çıkmış adeta sahiplenmiştik. Köprü üstünde zaman geçirirken yanımıza gelen bir turistin fotoğrafını çekmemizi istemesiyle muhabbet başlamış nereli olduğumuzu sorunca muhabbet koyulaşmıştı. Sırbistanlı olan David, arabasıyla Bosna’yı gezmeye geldiğini söylüyor. Daha önce Türkiye’ye gelip gelmediğini soruyoruz. Daha önce Türkiye’ye geldiğini söylerken birtakım hakaretler içine girip ülkeyi yerdiğinde, karşısında tepki verdiğimizi görünce şaka yaptığını ifade etse de çok inandırıcı gelmedi. Ülkemiz ve iç siyasetimiz hakkında bu kadar bilgili olması şaşırtmıştı beni. Daha sonrasında gazeteci olduğunu öğrendiğimiz David ile köprüde ayrılmıştık. Köprünün ayaklarına inerken David’i tekrardan yanımızda gördük. Birkaç kare fotoğraf çektikten sonra gidip görmemiz gereken dervişler tekkesi diye adlandırılan Blagaj için hareket etmeliydik. Yoksa Karadağ otobüsümüze geç kalabilirdik. Bir yandan yukarı çıkarken David ile konuşuyor öbür yandan bizimkilere David’in arabası var eğer daha önce gitmemişse onu arabasıyla gideriz diyorum. Bizimkiler ihtimal bile vermez iken kendi aralarında alay konusu dahi yaparken David’in benim arabam var hadi gidelim demesiyle yine dört ayak üstüne düştük deyip gülüşmüştük. Yolda sohbet etmiş, politika ve tarih konuşmuştuk çoğunlukta. Blagaj’a varmış, esnafın Türkiye’den geldiğimizi öğrenmesiyle söylediği şeylerin başında Polat Alemdar gelmişti elbette. Esnafı atlatıp, tekkeye girdiğimizde adeta dağ tünel gibi oyulmuş içinden kanyon oluşturacak kadar su akıtıyordu. Gördüğüm çoğu şeyi betimleyip kısmen de olsa size aktarmayı başarmış olabilirim ama Blagaj’ı betimleyecek cümleleri bulmakta zorluk çekiyorum. Bu anlattıklarım Balkan turunuz için belki fragman niteliğinde olup sizlere az da olsa bilgi vermek amacıyladır. Dolayısıyla sizin gidip görmeniz ve belki de yüreğinizle betimlemeniz gerekmektedir. Blagaj’ın büyüsüne kapılmışken otobüse geç kaldığımızın farkına varıp hızlıca ayrılıyoruz, tekkeden. David bizi otobüsümüze yetiştirirken iletişim bilgilerini alıyoruz. Otogara varıp kendimizi Karadağ otobüsünde bulurken bir sonraki yazımızda kaldığımız yerden; Karadağ sınırından maceramıza devam edeceğiz. Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Yol hallerimi yakından incelemek ve görmek için;
İnstagram: @Birhekiminyolgunlukleri
Twitter: @Bhyolgunlukleri
YouTube: Bir Hekimin Yol Günlükleri
Web: www.birhekiminyolgunlukleri.com
Söz&Kalem - Murat Çöklü