Söz&Kalem Dergisi - Murat Çöklü
Soğuk bir kış gününde yine yollardayız. Bu seferki rotamız Almanya’nın başkenti Berlin idi. Bulunduğumuz şehirden yaklaşık iki saat uzaklıkta bulunan Berlin, başkent olmanın yanı sıra Almanya’daki şehir eyaletlerinden biridir. Almanya eyaletlerden oluşan bir ülke olup Berlin, Hamburg ve Bremen tek başına şehir olarak eyalet kabul edilmektedir. Başlarda eyalet sisteminin olmasını duymam ‘acaba ülke bölünmüş müdür?’ sorusunu sordurtsa bile gördüklerim bunun aksini söylüyordu. Bu sistemin Almanya’da nizamı sağladığını ve bütün renkleriyle Almanya’yı Almanya yaptığını birçok fırsatta gözlemledik. Nihayetinde bu kanımızdan vazgeçmiş olduk.
Birçok rotamızda yaptığımız gibi yolculuk boyunca gezip görmek istediğimiz yerleri haritadan işaretliyor ve araştırmalar yapıyorduk. Bu araştırmalar neticesinde şunu söyleyebilirim ki Berlin’i gezmek için gerekli minimum süreyi iki gün olarak hesapladık. Ayrıca bu süreyi hesaplarken bir aracımızın olduğunu varsaydık. Eğer bir araca sahip değilseniz bu süre ucu açık bir şekilde uzayabilir. Toplu taşıma sistemi çok mu kötü? Elbette hayır, toplu taşımayla gidemeyeceğiniz tek bir yer bile yok desem yeridir ancak hiçbir araç size bireysel seyahat etme özgürlüğü sunmayacaktır.
Yolu tüketmek ve Berlin’e varmak üzereydik. Fakat bir sorunumuz vardı. Hala konaklayacak yer bulamamıştık. Berlin’e yakın bir yerde yakıt almak için durduğumuzda AirBnb üzerinden nihayet aradığımız kriterlerde bir ev bulabilmiştik. Hızlıca evin rezervasyonunu yapıp ödeme sağlamıştık. Eve 12:00’de giriş yapabileceğimizi rezervasyon bilgilerimizden öğrenmiştik. Rezervasyonu tamamlayıp eve doğru yol alırken gelen bilgilendirme mesajı eve en erken 14.00’te girebileceğimiz yönündeydi. Bu zaman aralığını fırsata çevirerek yemek yiyecek bir yerler bakmaya başladık. Berlin Avrupa’da en kolay helal restoran bulabileceğimiz şehirlerdendi. Bundan dolayı çok geçmeden istediğimiz kategori ve menüyle bir restoran bulup direksiyonu çoktan kırmıştık. Yol boyunca Berlin’in hem başkent hem de çok kalabalık bir şehir olmasından dolayı acaba park noktasında bir sorun yaşar mıyız diye düşündüm. Hem bulursak bile fiyatları nasıl olur acaba diye de düşünüyordum. Diğer başkentlerden elde ettiğim tecrübelerim bu sorunları yaşayacağımız yönündeydi. Çok geçmeden restoranın önüne gelmiş ve birkaç metre ötesine çok düşük bir ücrete park etmiştik. İki durum da şaşırtmıştı beni. Aracımızı park ettikten sonra restorana geçmiş ve bir menüyü sipariş etmiştik. Türkiye’de aynı menüyü yiyebileceğimiz fiyatın altında yiyecek olmak şaşkınlığımı arttırıyordu. Bahsettiğim durum birim para bazında değildi elbette. Euro’yu TL’ye çevirince bile daha avantajlı olmamızdı. Yemeğimizi yedikten sonra kalacağımız eve geçip biraz dinlenmek ve akşamında şehri keşfe çıkmak istedik. Akşamında dediğime bakmayın saatin 16.00 olması şehrin karanlığa gömülmesi için yeterliydi.
Eve varmış ve yerleşmiştik. Namazlarımızı kılıp biraz dinlendikten sonra merkezi lokasyonlardan birine gidip şehri adımlamıştık. Akşam saatlerinde yaptığımız bu tur şehri tanımaya yönelikti zira turistik sayılabilecek yerlerin hiçbiri açık değildi. İyice yorulduktan sonra Mevlâna türbesi yeşili renkleriyle süslü Konya mutfağı olduğunu bas bas bağıran bir mekânda akşam/gece etli ekmek yiyip konaklayacağımız yerin yolunu tekrardan tuttuk.
Yorgunluktan eve geçer geçmez uyuduğumuz gecenin sabahında gözümü Charlottenburg Sarayı’nın bahçesinde açıyoruz. Önce Brandenburg Dükalığına akabinde Prusya ve Almanya İmparatorluğu’na başkentlik yapan Berlin birçok saraya sahiptir. Ancak geçirdiği yıkıcı Dünya Savaşları’ndan sonra sarayları neredeyse yok olmuş durumdayken şu anda hepsi restore edilmiş ve kullanıma açılmış durumda. Charlottenburg inşa edildiğinde özellikle barok ve rokoko tarzında motiflerin kullanıldığını çok rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Charlottenburg Sarayının inşasına önem verildiği gibi çevresine de bir o kadar önem verilmiş durumda, özellikle park alanları kurulması ve sarayın arka tarafının ağaçlarla donatılı bir bahçe olması en az saray kadar turist çekmesine sebep olmaktadır. Sarayı ve etrafını gezdikten sonra asıl turistik bölge olan parlamento binasının bulunduğu mevkiye doğru yol alıyoruz.
Yolun tam ortasında Berlin Zafer Sütun’u bizleri selamlıyor. Bu anıt, 1864 yılında Heinrich Strack tarafından İkinci Schleswig Savaşındaki Prusya zaferinin anısına tasarlanmış ve 2 Eylül 1873'teki açılışına kadar Prusya 1866 Prusya-Avusturya Savaşı ve 1870-1871 Fransa-Prusya Savaşı'nda da zaferler kazandığı için anıt bu savaşlara da atfedilmiştir. Selamı aldıktan sonra parlamento binasına doğru yol alıyoruz. Aracımızı yol kenarına park ettikten sonra parlamento binasına girmek için uzunca bir kuyruğa giriyoruz fakat kuyruk çok ilerlemeden içeriye randevu sistemi ile alındığını öğreniyoruz. En erken randevu alabileceğimiz tarih ise bir sonraki gün olduğundan dolayı parlamento binasının sadece etrafını gezinerek yetindik. Berlin’in başkent olmasından sonra federal Alman Hükümeti’nin parlamento binası olarak kullanılan bu yapı bir yangın geçirmesine rağmen aslına uygun restore edilmiş durumda.
Hemen akabinde Berlin’in sembolü olan Brandenburg Kapısı’ndan içeri giriyoruz. 1788-1791 yılları arasında inşa edilen bu yapı, oldukça gösterişli 12 sütundan oluşuyor. Oldukça heybetli görünen bu yapı, birçok hükümet ve aynı zamanda naziler için de gücü temsil eden simge konumundadır. Büyük bir kalabalık eşliğinde kapıyı izlerken seyyar piyanosuyla çaldıklarıyla kulakları mest eden bir amca melodisiyle bizlere eşlik ediyordu. Kapıyı geçtikten birkaç dakika sonra şehrin tam kalbi diyebileceğim yere Amerikan Konsolosluğu kurulmuş vaziyetteydi. Berlin’in diğer yerlerini gezdiğimde gördüğüm Amerikan üsleri bir ülkenin içerden nasıl işgal edildiğini gösteriyordu. Konsolosluğun hemen karşısında Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı olarak bilinen Holokost bizleri karşılıyordu. 19.000 metrekarelik bir alana yayılmış 2.711 adet beton bloktan oluşan bu anıt, bloklarının üzerinde Yahudi medeni kanunu Talmud'un tören kurallarını ve efsanelerinin olduğu sayfaları içeriyor. Anıtın toplam yapım maliyeti ortalama 25 Milyon Euro civarında olduğu söylenmekle beraber bu miktarın Yahudiler tarafından finanse edildiği de dillendiriliyor.
Anıtın içinde labirent gibi duvarlarda kaybolduktan sonra bir diğer rotamız Doğu-Batı Almanya’nın kesişim noktasına doğru yol alıyoruz. Doğu-Batı Berlin kontrol noktalarından biri olan Charlie Checkpoint, 1961 senesinden 1990 senesine kadar üçüncü ittifak geçiş noktası olarak kullanılan geçiş kapısıdır. Bu geçiş kapısı sadece müttefik askerleri, büyükelçiler, bu kişilerin aileleri, yabancılar, Federal Almanya'nın Demokratik Almanya'daki temsilcileri ve çalışanları ve Demokratik Alman üst düzey yöneticileri tarafından kullanılabiliyordu. Doğu ve Batı Berlin arasındaki ittifak birliklerinde görev yapanların karşılaşma noktası olan yer aynı zamanda doğu-batı arasındaki trafiğin de en yoğun olarak gerçekleştiği bölge oldu. II. Dünya savaşının bitiminden sonra 27 Ekim 1961'de bu noktada karşı karşıya gelen Sovyetler Birliği ve ABD asker ve tankları 16 saat boyunca karşılıklı beklemişlerdir. O tarihte atılacak tek kurşunun 3. Dünya Savaşının başlangıcı olacağı düşünülmektedir. Söz konusu gerginlik, zamanın ABD başkanı J. F. Kennedy'nin Sovyet Başkanıyla yaptığı görüşmeler sonucunda giderilmiştir. Günümüzde hala sembolik olarak duran bu nokta etrafında olan ABD menşeli firmaların gölgesinde kalmış durumda. Önceden soğuk savaşın sembolü olarak varsayılan bu noktanın kanaatime göre soğuk savaşın sembolaritesini devam ettirdiği yönünde.
Hemen karşısında bulunan bahçede Berlin duvarından kalma parçaların sergilendiği bir avlu karşılıyor bizleri. Bu avluda duvarın yıkım serüveninin anlatıldığı görseller bulunuyor. Hızlandırılmış Berlin turumuzun son noktalarından biri beş müzeden oluşan tarihi ve kültürel değerlere sahip çıkılan Spree nehri üzerine kurulmuş müzeler adasıydı. Yapımı yaklaşık 50 yıl süren bu müzeler, mimari açıdan müzecilik tarihine bambaşka bir bakış ve yenilik kazandırmıştır. Buradaki müzeleri gezdikten sonra şehrin sembollerinden olan Berlin Katedrali’ni ziyaret ettik. Dışarıdan oldukça etkileyici görünen bu yapının içindeki merdivenlerden en tepeye çıkıldığında panoramik Berlin manzarası görülmektedir. Bunun için 270 basamak çıkarak toplamda 114 metrelik bir yüksekliğe tırmanmalısınız ama kubbede sizleri nefes kesici bir Berlin manzarasının beklediğinden emin olabilirsiniz.
Katedrali gezdikten sonra son durağımız olan Şehitlik Camisi’ne doğru yol alıyoruz. Cami, Berlin'in Columbiadamm caddesinde Sultan Abdülaziz devrinden bir anıtın bulunduğu Osmanlı Şehitliği içerisinde inşa edilmiştir. Öğrendiğimiz teknik boyutuna göre merkezi planlı yapılan cami 8 ayaktan ve 8 yarım kubbeden tasarlanmıştır. Tek şerefeli iki minaresi vardır. Caminin yanı sıra çeşitli sosyal fonksiyonları barındıran, klasik İslam sivil mimarisi üslubunda bir kültür merkezi kısmı bulunmaktadır. Avlusunda daha önce burada görev yapmış Osmanlı hafiyelerinin, devlet adamlarının ve son dönemde Berlin’de vefat eden Türkiye’den oraya göç etmiş insanların mezarları bulunuyor. Gittiğimiz vakitte gördüğümüz kadarıyla ve orada bulunanların söylediğine göre de hemen hemen her vakit namazında cenaze kaldırılan bir cami konumunda. Berlin’deki Müslümanların gurbetteki uğrak yerlerinden biri olmakla beraber sanırım en son uğradıkları mekân da oluvermiş. Bütün bu gördüklerimizin zihnimizdeki parlamalarıyla:
Düştük yine yollara, dönüş yabana.