Söz&Kalem Dergisi - ŞAHADET SÜT
Gönül bağı, insanın en mahrem bağıdır esasında. Gönül verdimi insan, ruhun naifliği ziyadeleşir, salt bakışları aşarak derinlerde saklı ve her göze göz kırpmayan manalara dalar.
Hayatın her anının "bir gönül bağı meselesi" olduğunu anlar!
İnsan her anda bir hediye olduğunu anlar. Kimi zaman saf bir mutluluğa davet eden kar taneleri kimi zaman gökleri delerek süzülen yağmur katresine inat saatlerce yürümek kimi zaman bir bahar güneşine merhaba diyen lale ile mutlu olabilmek kimi zaman ise bir yetimin gözlerinin içine bakabilme cesareti…
Veya bir dostun başarı ve mutluluğunu en esaslı bir gönül ile karşılamak! "İnsanların kendi dertlerine sağır olduğu zamana inat!" kardeşlerimizin derdine ortak olma. Derdi, dert sahibinin derdini açtığı meclisten alıp, gönlün merkezine koymak!
Kimi zaman elden bir şey gelmez, o vakitte hiçbir şey olmadı Allah adına kardeşinin acısına ağlamak...
Evet, esasında gönül bağı benlikten kurtulup biz olabilme meselesidir.
Biz olabilme, hatta sen olabilme.
Gerektiğinde kendinden feragat etme cesareti gösterebilmektir gönül bağı!
Kimi zaman da bir özlem diyarıdır gönül. Davaya, anneye, babaya, dosta, yâre, acıya, aşka, yaşanmamış anlara ve bazen ise yaşanmayacak anlara özlem ve matem!.. Ve en çokta özlemek duygusuna özlem!
Evet, uzun lafın kısası gönül yorgunluk diyarıdır. İnsanı yorarak dinlendirir ve acısını ziyadeleştirdiği nispette mutlu eder.
Şairin de dediği gibi "Gönül yorgun düştükçe yürek dilsiz kalır"
Sizin de dilsiz kaldığınız anlar oluyor mu?
Susarak haykırmayı, gülerek ağlamayı tercih ettiğiniz anlar...
Zannımca bir çoğumuzun zaman zaman, hayatın en ağır savaşını veren benim düşüncesine kapıldığı olmuştur ve haktır ki her gönlün acısı kendine ağır !..
Tam burada sizi gönül dünyanız ile bir hikâyeye götürmek istiyorum; bir baba-oğul hikâyesi:
Baba bir demir yolu işçisi, oğluyla birlikte her gün istasyondan ayrılan insanları izliyorlar. Çeşit çeşit insanlar; gençler, yaşlılar, güçlüler, zayıflar, suçlular, masumlar, sevenler, sevdiğinden ayrılanlar. Bu baba ve oğlun gözleri önünde tek tek o trene binip istasyondan ayrılıyorlar.
Babanın işi o istasyonda değil aslında, ilerde trenin geçtiği bir köprüde çalışıyor. Onun altındaki nehirden bir tekne geçerken köprüyü açıyor ve tren gelirken de üzerinden geçebilmesi için onu kapatıyor.
Sade bir yaşamı olan sade bir işçi, oğlundan başka bir varlığı yok bu dünyada…
Bazen hiç sebepsizce bir hüzne kapıldığınız oluyor mu?
Gülüşlerinizin ortasına usulca sızan bir keder ve tüm karşı koyuşlarınıza inat her lahza hasbelkader dalışlar...
İşte böyle zamanlarda en çok ihtiyaç duyacağınız şey, sevdiğiniz bir varlığın yanınızda olmasıdır veya bir çocuğun melek masumiyetinde gülümsemesi, altmışlık bir ihtiyarın gözyaşlarına ellerinizin mendil olması. Ya da en basitinden mis gibi kokan bir kahve, bir bardak çay.
İşte bu adamcağızın şu Dar’ül-fena'da mutluluk namına tutunabileceği pek fazla bir şeyi olmasa da hüzünlendiğinde onu neşelendirecek bir çocuk vardır etrafında.
İşte yine böyle hüzünlü, neşeli akşamlardan birinin sonunda çocuk, babasına biraz daha destek olabilmek adına bir şey ister:
-Baba, yarın bende seninle işe gelebilir miyim?
Kısa ve soğuk kış günlerinde oldukları için baba buna pek yanaşmaz ve şöyle cevap verir:
-Güneş erken batıyor pek fazla bir şey göremezsin.
Çocuk:
-Olsun, el fenerimi alırım yanıma.
Baba:
-Ama hava da çok soğuk, sonra üşür hasta olursun.
Çocuk ısrar eder:
-Bende yanıma sıcak çikolata getirir, onunla kendimi sıcak tutarım.
Bu kadar ısrara dayanamayan baba kabul eder ve sabahın nurunda yola koyulur, güle oynaya işyerine varırlar.
Baba, oğlunu balık tutması için nehrin kenarına bırakır ve kontrol odasına gider. Normalde köprünün üzerinden geçmesi gereken trenin gelmesine en az bir saat varken yaklaşmakta olan tekneyi görür ve köprünün açılmasını sağlar. Fakat o gün tren erken yola çıkmış ve son sürat köprüye doğru ilerlemektedir. O sırada baba her şeyden habersiz işini yapmakta. Tam o an nehrin kıyısından çocuk trenin geldiğini görür ve korku ile babasına seslenir:
-Baba, baba tren geliyor!
Sesini babasına duyuramayınca köprüyü elleriyle kapatabilmek için çarka doğru koşar fakat dengesini kaybedip düşer ve çarkın keskin dişleri arasında sıkışır. Tam bu sırada trenin her zamankinden erken geldiğini anlayan baba kontrol odasından hem düşen çocuğunu, hem de hızla yaklaşmakta olan treni görür.
Eğer koşup çocuğunu kurtarmaya çalışırsa, köprü açık kaldığı içi tren içindeki yüzlerce yolcu ile sulara gömülür. Eğer köprüyü kapatıp yolcuları kurtarmaya çalışırsa, oğlu köprünün kapanmasını sağlayan çarkların arasında kalarak feci bir şekilde hayatını kaybedecektir! Bir tarafta masum yüzlerce insan diğer tarafta ise tek sermayesi olan evladı.
Lütfen burada okumaya kısa bir ara verelim ve gözlerimizi kapatarak hızlıca okuduklarımızı hayal edelim, ta ki son sahneye kadar. Tam burada son sahneyi adalet, vicdan, fedakârlık ve merhamet gibi erdemli duygular ile yaşayalım ve cevap verelim:
Böyle bir durumda biz olsaydık ne yapardık?
Hikâyeye dönecek olursak, baba saniyeler içerisinde defalarca bir çocuğuna birde hızla yaklaşan trene bakar ve en son müthiş bir acı ile trendeki yüzlerce insan için evladını parçalayacak düğmeye basar.
Evet, bu dünyada bazı acıların tarifi bile yoktur!..
Ve kimi zaman tarifi imkânsız acılara özne oluruz. Hayatın en ağır savaşının bizim sahnemizde oynandığı düşüncesi... O günde o trende bu düşüncede olanlar vardı elbette, bir babanın bu hayattaki tek varlığını yani evladını kendileri için feda edişinden habersiz!.. İşte kardeşim, bazen kendi dünyamızda oluşturduğumuz acılar dehlizine öylesine gömülürüz ki kendimiz dışında koskoca dünyanın varlığını unuturuz adeta! O dünyadaki köprülerin ne bedellerle kurulu olduğunu!
Peki unutmamak için neye dayanmalı sizce?
İmam Gazali’nin buna cevabı var esasında "Kendine değer ver ve gönlünü olgunlaştır. Çünkü sen bedeninle değil, ruhunla insansın " El- hak ki insanı esas insan kılan ruhtur ve ruha can veren ise gönüldür.
Bu öyle bir mevzidir ki gönül, içinde abı-hayat katreleri nispetinde; mutluluk, korku, hüzün, utanç, fedakârlık, acı, aşk ve en çok da dava şuuru barındırır. Ve insan, gönlünün çapı nispetinde bu duyguları kullanabilir! Her bir duygunun değişken ağırlığına teselli olarak Rabbimizin "Rabbin hatırına sabret" tesellisine sımsıkı sarılarak kendinden geçip kardeşinin açısında fena-fil’ihvan olur!
Çünkü "Sadece kendi şahsımız için yaşadığımız zaman kısa ve cılız görünür bize hayat; etrafımızı algılamamızla birlikte başlayan, sınırlı ömrümüzün tükenmesi ile son bulacak kısacık bir süreç! Fakat başkası için yaşadığımız zaman... Yani bir fikir için yaşadığımız zaman hayat uzun ve anlamlı görünür."
Sizce bunu yapabilen var mıdır?
Elbette var, elbette oldu, elbette olacak!..
Çok uzaklara gitmeye gerek yok, bu günlerde kalalım. Adıyaman’da sırf cami öğrencilerinin derslerini aksatmamak adına tatile gitmeyen Musap Bozkurt ve ev arkadaşları Hüseyin Bayram, Said Başaran, Ahmet Elçi gibi zamanın Musapları, tüm gönül yorgunluklarına rağmen başka gönüllerde nefes almayı başarabilmiş nazenin mücahitlerimiz, gönül bağı işçileri... Ve hatta aziz şehitlerimiz... Şairin de dediği gibi "Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden."
Bir deprem gecesine kadar sorumluluklarını taşımış aziz kardeşlerim; Rabbim şehadetinizi kabul buyursun ve kıymetli aile ve gönül dostlarımızın gönlüne inşirah ferahlığı nasip etsin.
Yazımızın özü şudur ki bir gönül bağı meselesi bizimkisi, benim sen senin ben olabilme meselesi!..
Ben olanlara ve sen olabilenlere selam olsun!..
Sen olabilmemiz duası ile...