Söz&Kalem Dergisi - Burak Şirin
Bu yazımızda beraberce küçük bir tarihi mukayeseye gitmek için kemerleri sıkalım ya da bir dakika, sıkmaya gerek yok bu sefer gevşetelim ve arkamıza yaslanıp biraz analiz yapalım.
İnsanoğlu yaratıldığı günden bugüne, çağ her zaman değişmiş ve gelişmiş; günümüzde de gelişmeye devam etmektedir. Çağın değişmesi ve gelişmesi ile beraber imkanlarda bu ölçüde değişimden ve gelişimden her zaman payına düşeni almıştır. Önceleri hedefe develerle, atlarla veya yaya olarak varılırken, şimdi ise çok daha hızlı araçlarla varılmaktadır. Bizleri amacımıza ulaştıran araçlar bazen gerçek somut araçlardır, bazen de soyut olan mecazi araçlar olabilmekte. Bizler de ancak soyut ve somut araçları en iyi şekilde kullanarak güçlü bir medeniyet inşa edebiliriz.
Mesela bundan 1401 sene önce 622 yılında henüz ezan yokken bir rivayete göre “Namaza, namaza” şeklinde ağrı yapılıyordu. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v) sahabelerini toplayarak namaza çağırmak için nasıl bir yöntem kullanmak gerektiğini kendileriyle istişare etti. Sahabeler birçok teklif getirdiler. Bu tekliflerden ortak bir karar çıkaramadılar. Meselenin devamını toplantıya katılanlardan; Abdullah b. Zeyd (r.a)`den dinleyelim:
“Ben de diğer ashab gibi üzüntülü olarak evime geldim ve uykuya daldım. Uyku ile uyanıklık arasında iken; üzerinde yeşil elbisesi olan biri yanıma geldi. Bir duvarın üzerinde durdu. Elinde bir çan vardı. Aramızda şu konuşma geçti:
-Onu bana satar mısın?
-Onu ne yapacaksın?
-Namaz için kullanalım.
-Ben sana bu konuyla ilgili daha hayırlı bir şey versem olmaz mı?
-Olur, dedim. Hemen kıbleye karşı durdu ve okumaya başladı:
"Allahu Ekber, Allahu Ekber...
...La ilahe illallah…’’
Sabah olunca Abdullah b. Zeyd (r.a) gece gördüğü rüyayı Resulullah (s.a.v)`e anlattı. Aynı gece onunla birlikte birçok sahabede benzer rüyalar gördüklerini anlattılar. Öğretilen ezanda değişiklik yoktu. Hz. Ömer (r.a)`de aynı rüyayı görenler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v) her birini dinledikten sonra Zeyd`e dönerek:
-Gördüğünü Bilal`e öğret, ezanı Bilal okusun; onun sesi seninkinden gürdür, buyurdu.
Namaz vakti gelince Bilal Medine`nin en yüksek yerine çıkarak gür sesiyle İslam`ın ilk ezanını okudu.”(1)
O dönemlerde mikrofon, hoparlör, megafon vb. gibi araç ve gereçler yoktu. Haliyle Bilâl-i Habeşi’de ezanı mescidin dışında yüksek bir yere çıkarak okuyordu ve sesi duyan bütün mü’minler bu vesileyle namaza gidiyorlardı. O dönemde bölgede yaşayan İslam toplumu Bilâl-i Habeş’in sesini işitebilecek nüfusa sahipti. Fakat bugün, aradan geçen 1400 yıldan sonra çağ gelişti ve değişti; aynı zamanda insan nüfusu da çoğaldı. Bununla birlikte mesajımızı ileteceğimiz araç ve gereçler üretildi, icat edildi. Yine aynı şekilde henüz ezan yok iken Resulullah (s.a.v) sahabeleri toplayarak nasıl bir yöntem geliştirebiliriz sorusunu sorarak ashab-ı kiramı düşünmeye sevk etti ve bunu istişare konusu yaptı. Çünkü İslam hiçbir zaman gelişimi ve düşünmeyi engellememiş bilakis emretmiştir. “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azab verir”(2)
Alıcıya mesaj iletilirken bir ileti vardır, bir iletici vardır, bir alıcı, birde araç vardır. Kur’an bizlere Allah’ın mesajlarını duyduktan, anladıktan ve iman ettikten sonra onu insanlığa iletmemizi istiyor. İleti aynı, ama alıcı ve iletinin aracı zaman ve çağın değişmesiyle değişime uğrayabiliyor. Bilal-i Habeş’in okuduğu ezanı bir ileti sayarsak iletinin alıcıya ulaşması için araç olarak sesini kullandığını görüyoruz çünkü imkân o kadarına elverişliydi. Hiç şüphe yok ki eğer dönemim teknolojisi bugünkü gibi olsaydı, Resulullah (s.a.v) o imkânları kullanmaktan bir an bile geri durmazdı. Fakat bizler için durum farklı çünkü araçlar çoğaldı ve buna mukabil alıcı da çoğaldı. Şimdi biz diyebilir miyiz ki “Ezanı mikrofon veya hoparlör gibi araçları kullanmadan okuyalım” hayır bu İslam’ın tasvip etmediği bir bakış açısıdır. Araç ne kadar güçlü olursa ileti de o kadar hızlı olur ve o kadar çok alıcıya ulaşır.
Yine 1400 yıl önce devletlerin savaşlarda kullandığı silahlar ve teçhizat o günün teknolojisi ile üretilmiş kılıç, ok, yay, kalkan ve mızrak gibi şeylerden oluşmaktaydı. Peygamber efendimiz (s.av)’de o günün silah teknolojisini savaşmak zorunda kaldığı zaman insanların ve İslam Devleti’nin muhafazasını sağlamak amacı ile kullanmış ve hiç birisi için ”Bu müşrik icadıdır, bu Hıristiyan icadıdır” gibi sözler söylememiştir. Allah, Kur’an-ı Kerim’de düşmana karşı kuvvet hazırlamamızı emrediyor ve buyuruyor ki: “ (Ey inananlar!) Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında sizin bilmediğiniz (diğer düşmanları) yıldırmak üzere, onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın..”(3)
Buradaki “kuvvet” kelimesini savaş atlarıyla birlikte ele aldığımız zaman, bu kelimeye vereceğimiz ilk anlam “süvari” olacaktır. Aslında bu anlam yanlış olmasa da Resul-i Ekrem (s.a.v) bu kelimeyi çok daha derin bir ifade olan “atmak” sözüyle yorumlamış: “Bilin ki kuvvet atmaktır, bilin ki kuvvet atmaktır, bilin ki kuvvet atmaktır.”(4)
Böylece Resul-i Ekrem (s.a.v) bu ifadenin “süvari” manasına takılı kalmayıp, kuvvetten asıl maksadın iyi atış yapmak olduğunu bizlere bildirmiştir. O halde bizler de anlıyoruz ki maharet sadece süvari ve savaşan insan gücü hazırlamak değil, düşmana karşı bizi galip edecek en yeni tekniklere sahip olmaktır.
Bununla birlikte Resulullah (s.a.v)’ın kullandığı silahlar genellikle küçük boyutluydu. O zamanlar kalelerin yıkımı için mancınık denen savaş aleti kullanılırdı.(5) Ne var ki Hicaz Arapları arasında bu aleti kullanmak adet değildi. Fakat Resulullah (s.a.v) İslam davasını ileri taşımak adına her zaman çağın teknolojisine ayak uydurmuş hatta çağın ötesinde bir medeniyet inşa etmiştir.
Bugün ise durum çok farklı boyutlara ulaşarak o silahların yerini tanklar, uçaklar, uçaksavarlar, bombalar ve üzülerek belirtelim ki kimyasal silahlar ve hatta biyolojik silahlar almıştır. Yaşadığımız dönemin Müslüman ülkeleri İslam’ın izin verdiği ölçüde -sadece can ve devlet güvencesi almak adına- bu silahlarla silahlanmak durumundadır. Yani göstermelikte olsa bu silahları envanterine ekleyerek bir güvence alırlar. Peki, yine bu devletler diyebilir mi ki “Hayır, kılıç ve mızrak kullanmaya devam edelim çünkü Peygamber efendimiz bunları kullandı” Tabi ki bu yersiz ve mantıksız bir söylemden öteye geçmez çünkü bizler gelişmeyi emreden bir dinin mensuplarıyız.
Çağ her geçen gün değişime uğrarken bizim çağrımız değişmez. Fakat çağrıyı ulaştırmak istediğimiz alıcılar ve araçlarımız değişebilir. Bu araçlar; yeri geldiğinde sesimiz, yeri geldiğinde kalem, yeri geldiğinde telefon ve bilgisayar, yeri geldiğinde sosyal medya, yeri geldiğinde televizyon, yeri geldiğinde dernek ve vakıflar, yeri geldiğinde ise siyaset...
Bahsini ettiğimiz bu araçlar amaç haline gelmediği sürece geçerli ve İslam’ın meşru gördüğü, bilhassa daha önce de belirttiğimiz gibi emrettiği hususlardır. Bugün İslam düşmanları çok kuvvetli argüman ve araçlarla İslam’ın ve Müslümanların sesini bastırmak adına her türlü söylem ve eylemlerle saldırı pozisyonuna geçmiş durumdayken, bizim sadece sesimizi kullanarak mesajımızın alıcıya ulaşmasını beklememiz bizlere vakit ve enerji kaybından başka bir şey vermeyecektir.
Tarih her zaman çağın gerisinde kalan ve gelişmeyi başaramayan toplumları ve bireyleri saf dışı bırakmış, kaybetmeye mahkum etmiş, unutmuş ve unutturmuştur. Şunu anlamak gerekir ki: Gelişen toplumlar gelişemeyen toplumları değiştirmeye muktedir olmuştur… Davamızın sonu Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir. Selam ve dua ile.
Kaynak:
1-Ebû Dâvûd, Salât, 27/498
2-Yunus/100
3-Enfal/60
4-Müslim, İmaret, 167
5-İbn Hişâm,Ebû Muhammed Abdulmelik,es-Siretü’n-Nebeviyye,Mısır:1955