Meryem Varol | Söz&Kalem Dergisi
Gün ikindiye ermişti. Bahçenin merdiveninde deminden beri bekleyen çocuk bir yandan dış kapıyı gözetliyor bir yandan da sızlayan ellerindeki yaraları inceliyordu. Bazen avurtlarını hava ile doldurup sızısı bir türlü dinmeyen yerlere üflüyordu. Böyle bayağı bekledi. Bir aralık dalmışken dış kapının gıcırdayan sesini duydu. Ağa ve iki adamı içeriye girdi. Ağa sabah çıktığından daha öfkeliydi. Yüzü kıpkırmızıydı. Korkunç görünüyordu. Eve doğru geliyordu. Çocuk korktu. Ayağa kalktı. Ahır tarafını işaret ederek
“Bitirdim ağam.” Ağa şaşırdı. Bir iki saniye olanları anlamaya çalıştı. Bu arada evin kapısı açılmış kâhyanın karısı kapıda görünmüştü. İçeride oda kapısının arasında da Zeliha onları izliyordu. Ağa sinirli sinirli
“Senn, onca odunu taşıdın öyle mi?” Çocuğun beti benzi attı ama bir şey yokmuş davranarak
“E-evet,” dedi.
“Memedin oğluna bak sen, demek ağayı kandırmaya cüret ha! Onca odunu senin gibi bir çocuk mu taşıdı? Söyle bakalım, kim sana yardım etti?”
“Hi-hiç kimse ağam!” kâhyanın karısı ellerini önünde bağlamış, mahcup bir şekilde
“Ağam, bizim eserikli Zeliha yardım etmiş.” Ağa sinsice gülümsedi. Öfkesini kusacağı yeri bulmuştu. Çocuğa ters ters baktı. Çocuğun gözyaşları boşaldı.
“Şimdi oldu mu bizim oğlan, sen ağanı kandırmaya çalıştın! Hem işi başkasına yaptırıyorsun hem de ücretini istiyorsun.” Durdu. Çocuğun hakkını savunmasını bekliyordu. Cevap gözyaşlarıyla verildi. Çocuğun önünden yürüdü içeri girdi. Zeliha tüm cesaretini toplayıp eve giren ağaya
“Ağam, ben çok az yardım ettim. Çocuğun elleri hep kanamıştı leğen verdim ona.” Annesi gözlerini devirerek ona ölümcül bakışlar atıyordu.
“Böyle böyle hayatı öğrenecek. Büyüklerini kandırmanın kötü bir şey olduğunu görsün.” Ağanın sesi kararlıydı. Anne kız başlarını eğdiler. Ağa odaya girip kapıyı kapatınca Zeliha’nın annesi ona doğru gelip koluna bir çimdik attı.
“Sana bin kere ağaya karşı konuşma demedim mi?”
“A-ahh, çocuğa biraz çay verse ondan ne eksilecek? Hayatı öğretiyormuş! Zalim işte zalim!”
“Sus kız, biri duyacak!”
Kapının önündeki çocuğun bütün yorgunluğu birleşmiş şuan dışarı çıkmıştı. Tüm gücü çekilmiş gibiydi. Adımlarını zoraki atıyordu. Burnunu çeke çeke bahçeden çıktı. Kazağının koluyla hem gözyaşlarını hem burnunu sildi. Birilerinin duymasından korkarak sessizce Reşat ağaya ninesinden duyduğu tüm küfürleri saydı durdu. Bahçe duvarına sırtını yaslayıp dizleri üzerine çömeldi. Biraz da orada oturdu.
“Hey ufaklık!” bu Zeliha’nın sesiydi. Bahçe duvarının üzerinden ona sesleniyordu. Kafasını kaldırıp kızgınlıkla
“Ne var?” dedi olanlardan onu sorumlu tutuyordu. Zeliha’ya ters ters bakıyordu. Kız hem ona acıdı.
“Hadi karalar bağlama! Sana bir şey diyeceğim. Hakkını almaya ne dersin? Öyle aval aval bakma yüzüme! Bak, beni iyi dinle! Sen şimdi evin etrafını dolan, arkada kiler penceresinin orada beni bekle. Sakın ses etme! Kiler müsait olunca sana haber vereceğim. Hakkını alacaksın.” Çocuğun kızgınlığından eser kalmamıştı. Sevinçle fırladı.
“Vallaha mı Zeliha abla? Ama ya ağa duyarsa?” Zeliha başını salladı.
“Duymayacak! O iş bende. Onlar yemekteyken seni içeri alacağım.”
Kiler penceresinin altında bayağıdır bekliyordu. Pencereye rahat tırmanmak için ayağının altına bir yükselti ayarlamış, sürekli cama bakıyordu. Açlıktan içi geçmiş karnının gurultusunu duyuyordu. Nihayet pencerede Zeliha görünmüştü.
“Yunuus, gel len!” Elinden tutup onu içeriye aldı.
“Ben kapıdayım. Sen şu iki çuvaldan istediğin kadar çay ve şeker al! Hızlı ol e mi?” Başını olur anlamında salladı. Çocuk mutfaktan çıkan Zeliha’nın gösterdiği çuvalların yanına geldi. Şekerin tadını merak ediyordu. Bir avuç şekeri ağzına atıp emdi. Yüzüne bir mutluluk yayılmıştı. Tadı ne kadar güzeldi! Sonra bir avuç daha. Bir daha… Ne kadar yedi bilmiyordu. Zeliha kapı arasında görünüp
“Hadi Yunus, biri gelecek.” Demese kim bilir ne kadar yiyecekti. Şalvarının ceplerini çay doldurup kazağının önünü açtı. İçine avuç avuç şeker doldurdu. Zeliha mutfağa gelip ona yardım ederek onu pencereden aşağıya indirdi.
“Yunus bekle, senin o minicik ceplerine ne girer ki?” pencereden ayrılıp neden sonra elinde küçük iki bohçayla geldi.
“Al bu da senin hakkın!” Çocuk mahcup oldu. Kızın verdiklerini elinden alırken mutluluğu görülmeye değerdi.
****
“Doğruyu söyle çalmadın değil mi?” dedi çocuğun üstündeki toza bakarak.
“Nine valla çalmadım!” çalsa ninesi asla eve almazdı biliyordu. Yaşlı kadın sesini yumuşatarak
“Yunus’um, birinin malını çalmak çok günah bilesin!”
“Nine valla çalmadım. Zeliha abla verdi. ” Dedi ve tüm olanları sanki şuan yaşıyormuş gibi anlattı. Nine olanlara çok üzüldü. Çocuğun üstünü başını patpatlayarak tozunu silkelerken öfkeli öfkeli söyleniyordu.
“Zalim, gudubet herif! El kadar yetime ne zulm etmiş. Oğlum sende hak etmişsin. Hiç namertten bir şey istenir mi? Mertten bile istenmez bu zamanda…”
“Nine namert ne demek?” Nine onu duymamış gibi
“Sen geç dedenin yanına ben çay için su koyayım. Sonra dedeni uyandırırız. Gözlerine inanamaz valla!” Çocuk başıyla olur dedi. Nine kilere giderken çocuk yatakta uyuyan dedesinin yanına geldi. Sakince uyuyordu. Sabah ateşten kızaran yüzü şimdi sarı solgun rengine dönmüştü. Yatağının yanına oturdu. Dedesini seyretmeye başladı.
Yaşlı kadının elleri titriyordu. Tepsiyi devirmekten korktu. Hala Reşat ağaya ağzına gelen küfürleri savuruyordu. Odaya elinde tepsiyle girdiğinde dedesinin yamacında uyuyan Yunus’u görünce durdu. Gözleri doldu. Dizlerini karnına çekmiş, ellerini sağ yanağının altında birleştirip uyumuştu. Kirli yüzüne sadece çocuklara has arı duru bir masumiyet gelip oturmuştu. Kocası uyanmıştı. Elini çocuğun başına koymuş saçlarını okşuyordu.
“Bu çay kokusu mu?” karısı tepsiyi yere koyarken soru dolu gözlerle ona bakıyordu.
“Evet ya, çay demledim. Kalk da sana neler olduğunu anlatayım.” Kandilin zayıf ışığı odayı aydınlatmaya çalışırken yıllar sonra ilk defa demlenen çayın mis gibi kokusu odayı doldurmuştu.