Doğada, erkek ve kadın veya dişil ve eril olmak üzere iki cinsiyet vardır. Doğaya hakim olan bu kanun insanlar içinde geçerlidir. Kur’an’ı Kerim’de bu konuyla ilgili “Ve O, iki eşi, erkeği ve kadını yarattı” ayeti kerimesiyle Allah’u Teala’nın insanı bu şekilde yarattığını buyurmaktadır. İnsanlığın dünyaya gönderilişi eril ve dişil iki insan Hz. Adem ve Hz. Havva ile olmuştur. Bu iki cinsiyet üzerine kurulu ilahi kanun hayatın her alanına sirayet etmiştir. Hayat düzeni erkek ve kadına göre kuruludur. İnsanın iletişim aracı olan dillerde dahi Arapça’da olduğu gibi eril ve dişil ayrımlar vardır.
Aile kurumu, bu iki cinsiyetin bir araya gelerek oluşturduğu bir yapıdır. Toplumun çekirdeği ve temel yapısı olan aile, bu birliktelik üzerine kurulur ve aynı zamanda bu birlikteliğe bir meşruiyet kazandırır. Bu iki cinsin birlikteliği ancak aile oldukları zaman meşruiyet kazanır. Burada meşru olan farklı cinslerin bir araya gelmesi ve bir hukuk dahilinde aile olmalarıdır. Aile ise nikah akdi dediğimiz bir sözleşme ile kurulur. Bunun maddi ve usuli olmak üzere belirli bir hukuku vardır. Çünkü bu birliktelik insan hayatının bir dönüm noktasını teşkil ettiği ve insanı; duygu, düşünce, ekonomik ve sosyal anlamda önemli bir oranda etkilediği için zorunlu olarak bir hukuka tabi kılınmıştır. Aile vasfı ancak hukuka uygun usul izlendiği zaman kazanılır. Dolayısıyla meşru olan, farklı iki cinste insanın bir hukuk çerçevesinde bir araya gelmesidir. Bu meşru birlikteliğe de aile diyoruz.
Günümüzde yukarıda bahsettiğimiz farklı cinsin birleşmesi ve birlikteliğinden meydana gelen aile dışında farklı birleşme ve birliktelikler vardır. Bu tür birleşme ve birliktelikler gayrimeşrudur. İnsan doğası ve fıtratına aykırıdır. Başta İslam hukuku olmak üzere doğal hukuk öğretisi ve toplumsal gerçekliğimizle çelişmektedir. Türkiye’de bu konuda geçerli hukuk sistemi her ne kadar batı kaynaklı olsa da başlangıcında insan fıtratını esas alan bir düzenlemeye sahipti. Ancak süreç içerisinde TCK’de yapılan değişikliklerle farklı cinslerin bir hukuka tabi olmadan birleşmeleri (zina) ve birliktelik kurmaları bir hukuksuzluk olmaktan çıkarılmış ve hukuki meşruiyet kazandırılmıştır. Toplumun gayri meşru ilişkileri ifade etmek için kullandığı ve günah kabul ettiği “zina” fiili suç olmaktan çıkarılmıştır. Ancak bundan daha vahim bir durumu İstanbul Sözleşmesi’nde görüyoruz.
İstanbul Sözleşmesi, farklı cinslerin gayri meşru birlikteliklerini (zina) kabul ettiği gibi bir cinsin farklı cinsten veya aynı cinse yönelik birleşme talebini (biseksüel); bir cinsin aynı cinse yönelik birleşmesini (gey, lezbiyen); bir cinsin karşı cinse bürünerek kendi doğuştan cinsiyetini reddetmesini (trans) ve bu haliyle doğuştan hem cinsi ile birleşmesine hukuki koruma ve güvence sağlamaktadır. Pozitif hukuk teorisinde hukuki olan aynı zamanda meşrudur. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi bu doğal olandan sapma hallerine hukuki düzenleme getirerek onlara hukuki koruma sağlamakta ve meşruiyet kazandırmaktadır.
İstanbul Sözleşmesi toplumsal gerçekliğimize uymayan ve doğal hukuk öğretisine de aykırı olan iki konuya hukuki koruma ve meşruiyet kazandırmaktadır.
Birincisi, her türlü cinsin (kadın-erkek, kadın-kadın, erkek-erkek) birlikteliğini merkeze alan ev içi, partner gibi kelimeleri kullanan bir terminolojiye sahiptir. “ev içi şiddet” kavramı, Türkçe metninde “aile içi şiddet” olarak çevrilse de orijinal metninde aile kavramı hiçbir yerde geçmemektedir. Orijinal metinde “domestic violence” terimi geçmekte ve bu “ev içi şiddet” anlamına gelmektedir. Ev diyerek aslında aile dışında da kalan LGBTİ+’ler de dahil olmak üzere tüm birliktelikleri kapsamına alıyor. Sözleşmenin 3. Maddesi b bendinde “ev içi şiddet” şöyle tanımlanıyor:
“’Ev içi şiddet’ ev içerisinde, ev birliğinde veya daha önceki veya şu anki eşler veya partnerler arasında meydana gelen, failin aynı evi şuan veya daha önce şiddet mağdurlarıyla paylaşıp paylaşmadığına bakılmaksızın fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin bütün türleri anlamına gelir.”
Tanımda görüldüğü üzere eşler dışında “partnerler” kelimesi de geçmektedir. Rusya, partner kelimesine itiraz etmiştir. Partner kelimesi ve cinsel yönelim kelimelerinin geçmesi halinde sözleşmeyi imzalamayacağını söylemiş ve nitekim imzalamamıştır. Sözleşmede kullanılan ev içi ve partner kavramları bilinçli olarak seçilmiş ve gayri meşru birlikteliklere hem meşruiyet kazandırılmış hem de hukuki koruma sağlanmıştır.
İkinci bir konuda toplumsal gerçekliğimizde, doğal hukuk teorisinde ve halkın çoğunluğunun mensup olduğu İslam dininde yeri olmayan cinsel sapmalara ilişkin düzenleme getirmiş olmasıdır. Sözleşme’nin “Temel Haklar, Eşitlik ve Ayrımcılık Yapmama” başlıklı 4. maddesinin ilgili yeri şu şekildedir:
“Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, bireylerin cinsel yönelim/tercih, toplumsal cinsiyet kimliği durumuna bakılmaksızın herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.”
Cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği ve partner kelimeleri Sözleşme müzakerelerinde en çok tartışılan kavramlar olmuştur. Farklı ülkelerde bu kelimeler üzerine bir uzlaşmanın sağlanmamış olması ve tartışılması üzerine İstanbul Sözleşmesi’ne vücut veren Avrupa Konseyi kavramlara ilişkin bir tanımlama getirmiştir.
“Cinsel Tercih Nedir?
Cinsel tercih, her bir kişinin karşı cinsiyetten (heteroseksüel) veya aynı cinsiyetten (homoseksüel, lezbiyen, gey) veya çift cinsiyetli (biseksüel) bireylere karşı hissettiği derin duygusal, hissi ve cinsel sempati ile samimi ve cinsel ilişki ehliyetini ifade eder.”
“Toplumsal Cinsiyet Kimliği Nedir?
Toplumsal cinsiyet kimliği, doğumda belirlenen cinsiyete karşılık gelsin veya gelmesin, kişinin derinden hissedilen cinsel deneyimini ifade eder ve vücudun bireysel algılanışı ile elbise, konuşma ve kişisel tutumlar gibi cinsiyet ifadelerini (cinsel dışavurum) kapsar. Bir kişinin cinsiyeti genellikle doğumda belirlenir ve oradan itibaren sosyal ve hukuki bir olgu haline gelir. Cinsel kimlik, cinsel yönelimden ayırt edilmelidir.”
Sözleşmeyi düzenleyen kurum Avrupa Konseyi olduğu için kavramları tanımlama hakkı da ona aittir.
Avrupa Konseyi’nin yaptığı tanımlarda gösteriyor ki Sözleşme her türlü cinsel sapmayı koruma altına alıyor. Türkiye’de yapılan LGBTİ+ yürüyüşlerinin yasal dayanağını bu sözleşme oluşturuyor.
Modernizm’den Post-modernizme geçiş aşamasıyla birlikte tek bir gerçeğin, tek bir hakikatin olmayacağı fikri savunulduğu gibi tek bir cinsiyet tabusunun olmayacağı da savunuluyor. Düşünce zeminini post-modernizm ve radikal feminizmden alan sapmış hareketler, cinsiyetinde göreceli olduğunu, değişebildiğini, hatta tam olarak belirlenemediğini savunuyorlar. “Queer” kuramı akışkan, belli olmayan cinsel kimlikler için kullanılıyor. Bunu LGBTİ+’ye de eklemişler. Sondaki “İ” interseksi ifade eder ve belirsiz bir cinsiyet kimliğine işaret eder. Sonundaki “+” ise bunlar dışında farklı cinsel kimliklerin olabileceğini yani cinsel kimliklerin veya tercihlerin sonunun olmadığını ifade eder. İleride pedofili, zoofili, nekrofili gibi durumları da oraya eklerlerse şaşırmamak gerekir, zira sapmanın sonunun olmadığını kendileri belirtmiş.
Söz&Kalem - Hasan Ece