Semih Taha Cömertler | Söz&Kalem Dergisi
Din insanlığın saadet kaynağıdır. Hatta sadece insanlıkla sınırlı olmayıp insan çevresindeki tüm varlığın maslahatını düşünen ve hayata yön vermedeki en önemli etkenlerden birisidir. Rahmanın katındaki hak din ise şüphesiz İslam’dır. İslam, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Rabbimizden aldığı vahiy doğrultusunda şekillenmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v), vahyin iniş ve İslam dininin kemale ermesi sürecinde vahye aracılık yaptığı gibi bu dinin hayata geçirilmesinde de en etkili rol-model olmuştur. Zira vahye direk muhatap olması hasebiyle gerek ferdi gerekse de içtima uygulamada da en iyi rol model olabilecek kişi Hz. Peygamber (s.a.v)’di. Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in ahlâkını soran bir kişiye, “Sen hiç Kur’an okumuyor musun? O’nun ahlâkı Kur’an’dı.”[1] demiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in gönderildiği toplumun fikri yapısını inceleyecek olursak; putperestliğin, kabile taassubunun, fakir ve mazlumların ezilip zulme uğradığı bozuk bir toplum modeli karşımıza çıkacaktır. Temelleri yeni atılan bu kutlu dinin ilk daveti ise gizli bir şekilde gerçekleşmiştir. İslami davetinin ilk dönemlerinin gizli olmasının nedeni içinde bulundukları putperest toplum düzeninin bu tevhidi dine hazırlıklı olmayışı ve elbette ki bu uğurda görebilecekleri eziyet ve işkencelere karşı bir tedbirdi. Zira toplum davette bulunan davetçiyi susturmak için her yola başvurabilirdi. Sanki günümüzde de bu hava biraz esmiyor mu? Hakkı ve hakikati müdafaa eden vaiz ve hatiplerimizin ağzına gem vurulmak istenmiyor mu?
Zannımca tam da bu yapılıyor. Hâlbuki Allah-u Teâla Kur’an-ı Azim’de şöyle buyurmaktadır: “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et” [2] Evet, toplumumuz bugün ne kadar da hikmete ve güzel öğüde muhtaç. Güzel öğütten kasıt sadece kuru bir vaaz değil elbette, kardeşliğimizin pekişmesi için yaptığımız şeyler, birbirimizin sıkıntı ve problemleriyle ilgilenmemiz de aslından birer tesirli ve fiili öğütlerdir.
Kutlu davetimizin bir diğer önemli veçhesi de ihlasla ve samimiyetle çağırmak. Tam manasıyla ihlası kazanmaktır. Tam manasıyla ihlası kazanmak ise öncelikle davet erinin kendi nefsini tezkiye etmesidir. Üstad Said Nursi bu hususta şu altın öğüdü bize vermektedir: “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.”[3] Nefsini ıslah etmede birbiri ile yarış içerisinde olan ashabın davetinin tesiri ve gücü işte bu kilit fiilden kaynaklanmaktaydı.
Müminler açısında bu kadar ehemmiyetli olan bu ibadet sadece belli bir zümrenin mi görevidir? Elbette ki hayır. Çünkü her mümin dininin görevlisidir. Kendi ilmi miktarınca davete mecburdur. Hangi meslek grubundan olursa olsun çevresine İslam’ın nurlu hakikatlerini hissettirmelidir. Uzak Doğu’da yüce dinimizin yayılması güvenilir tüccarların gayretleriyle gerçekleşmiştir. Peki, davet yolculuğumuzdaki esaslarımız neler olmalıdır?
Davetimiz öncelikle insanlığı kuşatıcı nitelikte olmalıdır. Çünkü tüm davetçilerin reisi hükmünde olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in daveti ayette de ifade buyurulduğu üzere tüm âlemlere idi. “Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[4] Ayette dikkatimizi çeken husus rahmet nazarıyla yaklaşmak olmalıdır. Gaflet uykusundan uyandırma işlemi olan davette davet edilen kişilere rahmet kanatlarımızı germeliyiz.
Davet yapacağımız kişinin eksik yönlerini iyi belirlemeliyiz. İnancı var ama iman zayıflığı olan kardeşimize öncelikle iman hakikatlerini, ahiret meselelerini iyice kavramasını sağlamalıyız. Yani hastanın hastalığına göre ilaç vermeliyiz. Aynı zamanda muhatabımızın seviyesine göre ona hitap etmeliyiz.
Bir diğer önemli husus ise daveti yaparken camiyi merkeze almalıyız. Nitekim İslam toplumu cami merkezli bir toplumdur. Hz. Peygamber (s.a.v) Medine-i münevvere’ye hicretinden hemen sonra Mescid-i Nebeviyi inşa etmiş ve bu kutlu mekânı İslam toplumunun merkezi buluşma yeri haline getirmiştir. Günümüzde camilerimiz yalnızca namaz kılınan yerler olmaktan çıkmalı, hayatımızın ve davetimizin başköşesine oturmalıdır. Bu fiilin de kilit isimleri biz gençler olmalıyız. Siyer-i Nebi incelendiğinde de davet erlerinin çoğunun gençlerden olduğu görülecektir. Nitekim Medine-i Münevver’ye muallim olarak vazifelendirilen genç sahabi Musab b. Umeyr oldu. O, yılmadı ve sabırla davrandı. Aktifti, fırsatları kaçırmıyordu. Bu özelliklerinden dolayı onun vesilesiyle çok kişi İslam’a girdi.[5] Bahsini ettiğimiz bu muazzez sahabi; zengin, yakışıklı ve itibarı yüksek bir aileye mensuptu. Acaba bizler bugünün Musabları olabilir miyiz? Elbette olabiliriz. Bu oluş, faziletleri yönünden değil ama takındıkları tavır yönünden olmalı. Beldelerimizin muallim ve muallimeleri olmak durumundayız. Karşımıza çıkan her türlü engeli imanın nur ve kuvvetiyle aşabiliriz. İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.[6] Bu söz tam da davet erleri için söylenmiştir çünkü davet erleri yaşantılarıyla bu sözün vücut bulmasını sağlamış ve kâinata meydan okumuşlardır.
Şunu belirtmeliyim ki madem bu yüce İslam dini halkasına girmiş ve müminlerden olmuşuz öyleyse Hz. Peygamber (s.a.v)’in mirasını insanlığın bulunduğu her yere taşımakla görevli olduğumuz hakikatini aklımızdan çıkarmamalıyız. Atıf yapmadan geçemeyeceğim. Yaz tatilinde yaptığım Diyarbekir seyahatinde kabirlerine uğradığım şehit davetçi Aytaç Baran ve -kurban ibadetiyle davet yaparken- şehit edilen Yasin Börü’nün hayat hikâyeleri beni derinden etkilemişti. Yılmadan, gevşeklik göstermeden davayı omuzlayan, Allah’ın davasına davet eden bu insanlar yaptıklarının neticesi olarak şehadet şerbetini içmişlerdir. Rabbim aşkla ve gayretle çalışan tüm İslam davetçilerini muvaffak etsin. Bizleri, davet önderlerinin, şehitlerin, salihlerin ve sıddıkların yolundan ayırmasın. Selam ve dua ile…