Söz&Kalem Dergisi - Uğur Bingöl
Varmak istediğimiz deprem şehrine yaklaşmıştık. Merkezine varmadan önce bir ilçesinden geçecektik. İlerleyen günlerde ilin farklı bir ilçesindeki göreceğimiz durum burada da vardı. İlçenin merkez mahallelerine varmadan geçtiğimiz yol güzergâhında çok bir yıkım görmedik. Ama il-ilçe merkezine vardığımızda gördüğümüz görüntü dehşet uyandıracaktı.
Gittiğimiz ana yollarda ilk görüntüsünden anlaşılacağı üzere yolların hızlıca basit tadilatları yapılmıştı. Yapılmasa araç geçemeyecek seviyedeydi. İlk saatlerde şehre girişin neden zor olduğunu da anlamıştık. 30. saatlerde şehrin merkezine yaklaşmıştık. Şehirden konvoylarla araç çıkışı yapılıyordu. Şehre giriş yönü gayet akıcı bir trafiğe sahipti ama çıkmak isteyenler saatler sürecek bir trafiğe takılıyordu.
Konvoy dediğime bakmayın, aynı zamanda ambulans konvoyundan da bahsediyorum. Bir an bile susmayan ambulanslardan bahsediyorum. Sürekli merkezde enkazdan çıkarılan yaralılar taşınıyorlardı. Konvoylar genelde sevinç işaretidir ama bu konvoy başından sonuna hüzün kokuyordu.
Evet, şehir merkezine yaklaşmıştık. Dış bölgelerden profesyonel ekipleri taşıyan araçlar da ardı ardına geliyordu. İndiğimiz bölgede depremzedelerden feryatlar duyuluyordu. Gelen ekipler de şaşkın. Önce hangisine gideceklerdi? Neye göre karar vereceklerdi? Biri evinin kaç katlı olduğundan, diğeri enkazda ailesinden kaç kişinin olduğundan, bir diğeri ölü sayısından, öbürü kendi ailesini çıkarmanın daha kısa süreceğinden bahsediyordu.
Hepsinin ortak bir son söylemi vardı. “Bize yardımcı olacak kurtarma ekibi var mı? Ses duyduk, yaşıyorlar!” Ekipler adres aldılar, araca bindiler, biz de beraber bindik ve bir kişiye yardımcı olabilir miyiz ümidiyle yola çıktık. O an araca binen herkesin gözünde “biraz sonra insanlar için kendimizi tehlikeye atarak çabalayacağız ama bir can bile kurtarırsak her şeye bedel” anlamı vardı. Nasıl bir manzara ile karşılaşacağımızı bilmediğimizden tedirginlik de yavaş yavaş ruhları sarmaya başlamıştı. Uzaktan zihninde planlamak kolay işti ama yakınlaştıkça gerçeklik bedenini sarıyordu.
Buraya İstanbul’dan gelmiştik. Gün içinde gelen haberlere göre bu çok yıkıcı bir depremdi. Felaketin büyüklüğüne dair şehirlerden görüntüler aldıkça, herkese ihtiyaç olacak hissi uyandı içimizde. Üstüne gönüllü çağrısı yapılmıştı, olayın boyutu artık zihnimizde netleşmişti, gitmek gerekiyordu ve derhal formumuzu doldurup, Sabiha Gökçen Havalimanına geldik. Hava karlıydı. Buradan uçak kalksa bile, karşı şehir Adana‘ya iniş yapılamıyordu. Saatler sonra kendimizi Şanlıurfa uçağında bulduk. Urfa’dan otobüsle Kahramanmaraş diye yola çıktık ama otobüste görüş birliğiyle “Hatay’a gitmeliyiz“ diye karar verdik. Gaziantep yolu üzerinde otobüsten inip, minibüslere geçip Kilis üzerinden Hatay’a doğru yola çıktık.
Kaldığımız noktaya geri dönelim. Şehir merkezindeydik. Ama merkez mahalleler değil, Asi Nehri’nin batı tarafındaki bir mahallenin girişinde indik. Herkes dışarıdaydı. Kimi çaresiz enkaza bakıyor, kimi kendi imkanlarıyla bir şey yapıyor, kimi de bizlere doğru gelip, profesyonel kurtarıcı alıp enkazına götürmeye çalışıyordu. Mahallede enkaz altındakilerin birçoğu henüz yaşıyordu. Binaların büyük çoğunluğu çökmüştü. İlk dikkat çeken husus depremzedelerden yaralı olmayanların, kendi bina enkazlarındaki akrabaları için sakin kaldıkları. Muhtemelen olayın şokunu henüz atlatamamışlardı. Bizi mahalleye ilk götüren kişilerin yakınlarından uzun süre ses alamadık. Hemen yakınındaki henüz yeni ve net ses duyulan bir yere çekti bizi vatandaşın biri. Gittik ve ismiyle seslendik, gayet iyi geliyordu sesi. Yaşlı bir amcaydı. Eşiyle enkaz altındaydı. Bir duvar kırarak, biraz da molozları temizleyerek nispeten geniş kalmış bir boşluktaydı ama görünüyordu. 2-3 saatlik bir uğraş sonucu amcayı çıkarmak üzereydik.
Çıkarırken eşini sorduk. “Onu çok önceden zaten çıkardılar“ cevabını verdi. Oysa bizden başka gelen olmamıştı. Amcamız depremin şokunu yaşıyordu. Eşi ölmüştü anladığımız kadarıyla. Bir battaniye hazırlarken mahalleli, o arada bir araç da ayarlandı. Amcayı sağ salim çıkardık. Sürekli dua ediyordu. Bir an önce, ondan daha önce çıkarıldığını iddia ettiği eşinin yanına hastaneye gitmek istiyordu. Üzülmüştük ama söylemedik tabi eşinin durumunu. Tam o sırada başka bir vatandaş “genç bir çocuk, saatlerdir çıkaramıyorum lütfen gelin“ dedi. Tabi mahalleye 35 civarı kişiden oluşan ekiple geldik ama alan o kadar geniş ki, o kadar ses olan yer vardı ki birden dağılmış bulduk kendimizi.
Evet! Erkek çocuğu, direkt tam çökmeyen binaya girildiğinde girişteydi. Ama bodrum kattan, zemin kata doğru 3 kardeş çıkmaya çalışırken bir tek o gövdesini zemin kata çıkarmıştı. Vücudunun kalanı çöken merdiven ve tablanın altında kalmıştı. Ezilmemiş ama ölen iki kardeşi beton ile onun arasında kaldıkları için onun ayağı sıkışmış. İmkân yok basit usullerle çıkaramadık. Ekipler uğraştı uzun süre, daha profesyonel ekipman lazımdı.
Profesyonel ekipmanlı ekipler gelene kadar beklemektense diğer enkazlara gitti arkadaşlarımız. Biz çaresiz iki kişi kaldık başında. İmkan dâhilinde çok denedik ama olmuyordu. Yan taraftan tünel kazılıp, ayağının sıkıştığı yeri açmak gerekiyordu. Saatlerce profesyonel ekip bekledik. O arada sağlıkçılar, başka ekipler geldi ama bir şey yapamadılar. İlerleyen saatlerde tam teçhizatlı bir ekibin gelip, yavaşça tünel açıp çocuğu çıkardılar. Çocuğu enkazdan çıkarmak 8-9 saat sürmüştü.
O ekipler gelene kadar çocuğun öleceğini düşünmüştüm, çaresiz bir şekilde başında beklerken hissettiğim duyguları tarif edemem. Siz hiç çaresiz kaldınız mı? Burada bahsetmem uzun sürecek başka enkazlar da vardı ama farklı konulara da değinmek istiyorum.
Sabaha doğru sahra hastanesine gittik. Niçin gittiğimizi hala hatırlamıyorum. Sahra hastanesinde de durum çok kötüydü. Sağlık personeli çok yorgun. Ortam henüz doğal olarak çok iyi hazırlanmamış. Herkes üşüyordu ama buna rağmen çalışmaya devam ediyordu. Bir şekilde şehre geri döndük. Yine merkez mahalleye değil, yan mahallelere gittik. Hemen hemen canlı var denilen hiçbir yerde en ufak bir canlı belirtisi alamadık. Mahalleyi ekipler baştan sona gezdi ama sonuç yok. Her yerde karşımıza cesetler çıkıyordu.
Merkez mahallelere geçtik. Aman Allah’ım... Sağlam hiç bina yok. Şehir adeta yok. Ekipler hangisine gideceklerine karar veremiyordu. Her yeni gelen ekip, en yakına gidiyordu. İnternet çekmiyordu, telefon çekmiyordu. Kendilerine adres verilen ekipler bir türlü adresi bulamıyor. Şehrin yerel personeli ya ölü ya enkazda ya yaralı ya da kendi ailesini kurtarmakla uğraşıyordu. Yönlendirebilecek kimse yok. Adresi bulamayan ekipler, hemen ilk gördükleri enkazda çalışmaya başlıyordu. O kadar çok farklı enkazda çalışma vardı ki sürekli çıkan insanlar için ambulanslar gelip gidiyordu. Her gittiğimiz yerde ihtiyaç olan ekiplere destek olduk. Binalar çok katlı olduğundan bir kişiye ulaşmak bazen günü kapatmaktı.
O günün gecesinde biz dört arkadaş henüz uyuyamadığımızdan, biraz uyuyacak bir kapalı alan arıyorduk. Gece geç saatlerde bir depoya ulaştık. Depoda bazı STK gönüllüleri şehrin yardım faaliyetleri konusunda organize olmaya çalışıyordu.
Yola çıkmak için hazırlandık. Samandağ ilçe merkezine girmeden önce yıkıntı göremedik. Ama merkeze gittiğimizde aynı görüntü vardı. Şehir tamamen ya ağır hasarlı ya da yıkıktı. Her yerde bir yardım dağıtma organizasyonu vardı. Canlı ihbarı olan gittiğimiz her yerde ekipler zaten uzun süredir çalışıyordu. Evet, ilk 24 saat kanaatimce çalışma yeterli değildi. Tabi bunun doğal sebepleri de vardı. Yerel personel ölü, enkazda veya yaralı. Dış destek için Belen Geçidi kapalı, havalimanı hasarlı, karayolu hasarlı ve yoğun trafikten ekiplerin ulaşması zaman almıştı. Ölenler ölmüştü. Kalanlar bile çok fazlaydı. Böyle büyük bir yıkım savaşta olurdu sadece galiba.
Tabi her şey kötü değildi. Ufak da olsa güzellikler göze çarpıyordu. Mesela Samandağ ilçesinde bir teyze dikkatimi çekti. Makarna yapıyordu seyyar tüpte, sokakta. Muhabbet ettim depremzede sanıp. Meğer Kayseri’den gelmiş. 72 yaşında. Oğlu ve gelini yardıma gelmiş şehre. O da oğlunun “ayak bağı olursun“ ısrarına rağmen , “hiçbir şey yapamasam da makarna, çorba pişiririm“ deyip gelmiş. Anlatılacak çok şey var ama alanımız kısıtlı…
Allah’ın evrene koyduğu kanundur deprem. İnsan üzerinde olmasa da o fay hattı enerjisini boşaltacak. Bize düşen bu kanuna göre hazırlık yapmak…