Dilinden ve Elinden Söz&Kalem Dergisi - Murtaza Ahmed
Hamd insanları sosyal bir varlık olarak yaratan âlemlerin Rabbi Allah’a, salat ve selam ahlakı yürüyen Kur’an olan, güzel ahlakın tamamlayıcısı Resul-i Ekrem’e (s.a.v) ve kıyamete kadar ondan aldığı örneklikle aziz İslam’ı hayatının her alanında yaşayan muttakilere olsun.
İbn-i Haldun’a izafe edilen bir söz vardır: “İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine bir şeyler atmazsanız kendi kendini öğütür durur.” Sözün İbn-i Haldun’a ait olup olmaması konusu bir kenarda dursun bu metaforu biraz irdelemek lazım. İnsan beynini gerçekten de bir değirmen taşına benzetirsek içine bir şeyler atılmadığı takdirde kendine zarar vermesi kaçınılmaz. Ama daha önemlisi içine bir şey atıldığı vakit oluşacak durumdur. Değirmenin içine ne atarsanız ürün olarak da ona mukabil bir şeyler alırsınız. Yani insan beynine verilecek girdiler zihinden çıkacak olan çıktıları doğrudan etkileyecektir. İşte tam da burada durup biraz düşünmek lazım. Acaba zihin değirmenimizi hangi buğday ile besliyoruz.
Evet, birçoğumuz geleneksel medya veya sosyal medya ile zihnimizi besliyoruz. Girdisi sosyal medyanın seküler ahlakı ile bezenmiş bir zihnin vereceği çıktıları da güvensizlik olur kuşkusuz. Televizyon dizilerinden tutun da sosyal medya mecralarındaki içerik üreticilerine kadar her alanda başka insanlara güvenilmemesi gerektiğini anlatan sayısız içerik ile beslenen zihnin ailesine, arkadaşlarına ve çevresine güven duyabilmesi pek de mümkün görünmüyor.
Yığınla entrikanın döndüğü, adı “aile dizisi” olan filmler, arkadaşlarını nasıl kandırdıklarını bir maharetmişçesine anlatan video üreticileri, yarı yolda bırakılmanın vermiş olduğu psikoloji ile melankoliğe bağlayan asosyal yazarların zihinlerine hücum ettiği bir ortamda bir kişinin güven duygusunu yitirmemiş olması dahi bir mucize gibi aslında.
11-12 yaşlarında bir çocuk ile muhabbet ederken, İslam ahlakında borç vermenin hatta verilen borcun karşıdaki kişi tarafından ödenilemeyeceği fark edildiği takdirde borcun affedilmesinin erdemli bir davranış olduğunu anlattığım zaman “Bu zamanda böyle bir şey olur mu?” şeklinde biraz şaşkınlık biraz da ümitsizlik dolu bir soru yönelmişti karşı taraftan. Aslında o da haklıydı. Bu küçük yaşına rağmen o kadar yalan, aldatmaca ve sahtekarlık görmüştü ki çocukcağız İslam’ın o nadide ahlakı ona çok ütopik gelmişti.
Aslında beni bu yazıyı yazmaya iten asıl mesele bu güvensizlik ortamından ziyade buna sebebiyet veren dizilerden birinde gördüğüm bir kesit olmuştu. Her ne kadar 4-5 yıldır televizyon izlemesem dahi telefonda karşıma çıkan bir kesit biraz düşündürmüştü. Yine güvensizlik pompalayan sözlerin sarf edildiği bir diyaloğun sonunda “Sadece Allah’a güven.” sözleri ile diyalog bitiyordu. Materyalist ahlakın dayatıldığı bir ortamda tevekkül çağrısı nasıl olur diye tefekküre dalmışken Resulullah’ın (s.a.v) kulaklara pelesenk olması gereken hadisi ile sıyrıldım. “Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kişidir.” bu hadisi hatırlayınca tevekkülü topluma indirgemeyen sadece dillerde dolaşan lafızdan ibaret olmasını sağlayan salt bir slogan olduğunu anladım bu diyaloğun.
Evet, aslında Allah’a güven bir açıdan da İslam toplumuna güveni de getirir. Çünkü onlar takva ile kuşanmışlardır. Allah’tan korktukları için de dillerinden ve ellerinden kimse zulme uğramayacaktır. İslam nizamı öyle bir toplum tesis eder ki bu toplumun yetiştirdiği her bir fert girdiği ortamda sevinç ile karşılanır. Çünkü ortamdakiler onun dilinden ve elinden kendilerine karşı bir zarar gelmeyeceğinden emindirler. İslam hem teoride hem de pratikte öylesine muhteşem bir ahlak ortaya koyar ki ne günümüz seküler ahlakı ne de ileride gelecek olan beşerî ahlakların herhangi biri onunla boy ölçüşebilir.
Tarihin tozlu sayfalarından anlatılan örnekler her ne kadar çarpıcı olsa dahi tesir gücü düşük oluyor. Genelde İslam’ın oluşturmuş olduğu nadide neslin örnekliğinde konu açıklandığı zaman tıpkı önceden bahsi geçen 11-12 yaşlarındaki çocuk gibi “Bu zamanda böyle bir şey olur mu?” suali boşlukta dolanmaya başlıyor. Aslında bu zamanda da çok çarpıcı örnekler olmasına karşın zamanın muhlis Müslümanları ihlas sırrına binaen yaşadıklarını gizli tutuyorlar.
İslam’ın muhteşem ahlakını gördüğüm bir olay ile yazımı bitirmek istiyorum. 6 Şubat’ta yaşanan elim afetten sonra deprem mağduru kardeşlerimize yardım etme maksadı ile bulunduğumuz şehirden bir grup arkadaş deprem merkezi Kahramanmaraş’a gittik. Kaldığımız yerde günde 3 öğün depremzede kardeşlerimize sıcak aş dağıtımı yapılıyordu. Yanımızda bulunan bazı kardeşlerimiz ve haberdar olduğumuz diğer sıcak aş dağıtımı yapan çadırdaki kardeşlerimizden bazıları gelen erzakın deprem mağdurları için geldiğini ve bunları yemenin doğru olup olmadığını düşünerek kendilerini yeterince doyurmadıklarını dile getirdiler. Tabi sonradan bu konuyu vakıf yetkilileri ve fıkıh âlimlerine sorup sakınca olmadığının öğrenince mutmain bir kalp ile karınlarını doyurmuşlardı.
Kısacası seküler ahlakın İslam’ın oluşturduğu yüce ahlakı zihin dünyasında anlamlandıramaması kadar doğal bir mesele yoktur. Yapılması gereken dilinden ve elinden emin olunan bu ahlakı pratikte göstererek insanlara bunun yaşanılabilir bir olgu olduğunu göstermektir. Zaten en büyük davet de bu değil midir? Fiili davetin oluşturacağı güven duygusunun ulaşacağı davet pratiğine hangi hatip ulaşabilir ki? Zaten Resulullah’ı (s.a.v) davetinde başarılı kılan unsur “Emin” sıfatı değil miydi? Dilimizden ve elimizden emin olunduğu zaman hem hakiki bir Müslüman olmuş oluruz hem gerçek bir İslam toplumunun var olmasına katkı sunmuş oluruz hem de davetin en zor boyutu olan fiili daveti gerçekleştirmiş oluruz.
“Bu devride babana bile güvenmeyeceksin” söyleminin olduğu bir ortamda İslam’ın ahlakını kuşanarak etrafına güven pompalayan Müslümanlara selam olsun.