Ahmet Çalışkan | Söz&Kalem Dergisi
İnsanoğlu en nihayetinde anlaşılmak ister. Bilinmek istemenin üzerinde bir yere sahiptir bu durum. Daha fazla çabayı gerektirir. Daha fazla dikkat ve ihtimamı talep eder. Hem sadece düşünsel değil, duygusal bir uğraş da bekler. Aslında anlaşılma isteği, çoğu zaman anlamın üzerine de çıkarak hissedilmeyi kasteder. Bu istek, kişiye muhatabın önüne zihnini değil kalbini sermeyi öğütler. Buna karşın anlaşılma isteği davranış kalabalığını da istemez. Genellikle samimi bir bakış, duyarlı bir dokunuş, ya da anlamlı bir çift söz kafidir kalbin sekinet bulması için. Yeter ki niyet göze, kulağa değil de kalbe ulaşıversin.
Günümüz insanı için yazılıp çizilen reçetelerin başında, genellikle onların anlaşılma ihtiyaçlarının giderilmesi gerektiği ifade edilir. Önceki toplumlara kıyasla azımsanmayacak derecede bu ihtiyacın arttığından bahsedilir. Bu durumun birçok nedeni olsa da kalabalıklar içerisindeki yalnızlıkların artması anlaşılma ihtiyacının en önemli nedeni olarak görülür. Hem artık bu ihtiyacın alalede kimseler tarafından giderilmeyeceği de dillendirilip durulur. Bir kimseyi anlamak için özel bir yetiye sahip olmak gerektiği söylenir. Bu yeti için özel teknik ve yöntemlerden, eğitimlerden söz edilir. Hal böyle olunca sokaklar yeterince anlaşılmamış, bu yüzden insana kırılmış, hayata küsmüş kişiler ile dolup taşıvermiştir.
Dünyanın neredeyse her yerinde, özellikle gençliğin derinliklerinde, yeterince anlaşılmamaktan kaynaklı olarak arabesk bir havanın oluştuğu görülmektedir. Yeni yetişen nesillerde mutsuzluğun arttığı, umutsuzluğun da derinleştiği müşahede edilmektedir. Bundan kaynaklı karamsarlık sokağa ve sanata aksetmektedir. Yolda yürürken dışardan derli-toplu, içerden ise derbeder olmuş omuzlar birbirine değmektedir. Hem bu kimseler yeterince anlaşılmamış olmanın kendilerinde oluşturduğu savrulma ile başka insanlarla konuşmayı neredeyse içinden deneyimlemeye terk etmişlerdir. Neticede yalnızlık dünyasının yalnız insanlarında sayıca ciddi bir artış meydana gelmiş, insanın en nihayet isteği olan anlaşılma pahalı ve ulaşılması güç bir mücevherata dönüşüvermiştir.
Peki bir insanın anlaşılması hakikaten söylenildiği gibi zor ve nadir mi? Günümüz insanı için anlaşılmak bu kadar uzak ve pahalı bir şey mi? Ya da gerçekten sadece o özel yöntem ve tekniklere sahip kimseler mi insanları derinden anlayabilirler? Öyle görünüyor ki birileri insanoğlunun en doğal isteği olan anlaşılmayı da paraya çevirme derdindeler. Yoksa tarihin hiçbir döneminde, hele hele Müslümanların tarihinde bir kişinin önüne anlaşılmak için bu kadar şart-şurt konulmamıştı. Çünkü eskiden dostlar vardı ve bu dostlar bir insanın, insan olmasından kaynaklı karşılaşabileceği sıkıntıların aşılmasında yardımcı olabiliyorlardı. Bu sıkıntıların neden olduğu yaralara merhem olabiliyorlardı.
Elbette önceleri yaşanan bütün sıkıntılar sadece dostların yardımıyla aşılabilecek sıkıntılar değillerdi. İleri dereceye varmış ve artık kişinin gerçeklik algısına zarar veren sıkıntılar için her zaman için bir uzmana ihtiyaç duyulmuştur. Lakin anlaşılma isteği ki içerisinde kendini kabul, başkaları ile ilişkiler, hayata dair anlam ve bunların nasıl düzenleneceğine dair konuların yer aldığı doğal bir şeyin bu kadar ulaşılmaz olduğu ilk kez tanık olunan bir şeydir. Önceleri güvenilir bir dosta içini dökmek, bu ihtiyacın karşılanması için kesinlikle yeterliydi. Çünkü şimdilerde etkin dinleme denilen ve sadece uzmanlara yakıştırılan şey can kulağı olarak dostlarda da mevcuttu. Bu can kulağı da anlaşılma ihtiyacı için yeter de artardı.
Hem aile, dostluğun ilk kez tanışılıp yaşanıldığı yerdi. Birden fazla bireyin farklı fonksiyonları yüklendiği bu ortam dostluğun en yoğun halini barındırıyordu. Eşler birbirlerinde huzur bulmak için varlardı. Hem bu huzur (ilahi buyruğun söylemiyle) neredeyse kalplerin Allah (cc)’ı anmasına yakındı. Eğer hakkını verebilmişlerse eşler ailede anlaşılmama gibi bir şeyden bahsedilmezdi. Ayrıca aile sadece eşler arasında yaşananlardan da ibaret değildi. Kardeşler de çok sağlam dostluklar oluşturabiliyorlardı. Birbirlerini canı gönülden dinleyip anladıklarında berekete varabiliyor, büyük işlere imza atabiliyorlardı. Ayrıca ailenin geniş yelpazesinde görüp geçirmiş, hayat tecrübesi olan kimseler de ailenin hemen hemen tüm bireylerinin yeterince anlaşmasına katkı sağlıyorlardı. Böylece arabesk ve karamsar bir atmosferin oluşması engellenebiliyordu.
Aile ile işlerin yolunda gitmediği durumlarda ise etrafta dost olabilecek bir arkadaş çevresi bulmak her zaman mümkündü. Mahalle, medrese ve pazar buna çok müsaitti. Hem dost olacak arkadaş ile ilişkiler genellikle çok uzun süreli olurdu. Bunun oluşturduğu bir hatır vardı ve bu hatır yıllar sonra başka bir şehre giden çocuğa bile yeterdi. Nitekim o şehirde yıllar önce göçmüş babasının eski bir dostu vardı. Hem arkadaş dost olunca anlaşılmamak gibi bir sorun da kalmazdı. Evet, hayat sıkıntılar ile üzerlerine doğru hücum ederdi. Lakin olmuş ve ölmüşün dışında her derde çareleri vardı. Olmuş ve ölmüşe de gönülden tesellileri vardı. Çünkü birbirlerinin omuzlarına dokunacak kadar anlayışları vardı.
Arkadaşlar ile de işler sarpa sarıp, etrafta kimselerin kalmadığı durumlarda ise dost Allah (cc) olurdu. Hem bu dost mutlak anlayış sahibiydi ve anlaşılmama gibi durum söz konusu dahi olmazdı. Bu dost ile bağ kurmak çok kolaydı ve bu dost kişiye sandığından çok daha fazla değer veriyordu. Ayrıca bu dost her şeyi bilendi ve O (cc)’na uzun uzadıya açıklamalar yapmaya da ihtiyaç yoktu. Yapmaları gereken tek şey, tıkandıkları şeyler hakkında kalplerini yüce Allah (cc)’a açmaktı. Bundan sonrası O (cc)’na aitti. O (cc) onları tam, muhkem bir mana ile anlayacak ve bununla yetinmeyip işleri mutlaka yoluna koyacaktı. O halde bundan sonra kalkıp anlaşılmamaktan yakınmanın anlamı yoktu. Çünkü bu dost gerçek manada bir dosttu.