Uzun zamandır zihnimde planlarını yapmış olduğum ancak ‘imkan ve şerait’ müsait oluncaya dek ertelediğim bir rota için kullandım yukarıdaki başlığı. Başlığın beni heyecanlandıran yönü de budur esasen; rotanın, çoğu noktada sürprizler barındırabileceğinin yanında, -geçmişten bugüne- dört farklı döneme ilişkin çok şey görebileceğimiz ise bir gerçek. Ve söz konusu rotayla alakalı bir yazı kaleme almak hasıl olunca, zihnimde canlanan ilk başlık bu. Bu bağlamda bir gezi yazısı yazmak yerine, gördüğümüz şehir ve mimarlık mirası üzerine biraz gözleme, biraz yoruma biraz da araştırmaya dayalı naçizane birer deneme kaleme almak bana daha anlamlı gelir. Fakat bu metnin, biraz gezi yazısı formatına büründüğünü itiraf etmem gerekir. Çünkü yazının başlığında yer alan gizli muhtevayı azar azar dile getirerek -deyim yerindeyse- bir ön izleme ortaya koymam gerekti. Fakat bilahare, gittiğim her bir ‘yere’ ve ‘mekana’ ilişkin detaylı incelemeler yaparak yazıya dökme niyetindeyim. Her neyse..
İstanbul’dan sonra, ilk mola yerimiz, aynı zamanda ilk gezi noktamıza; Balıkesir’e vardık. Merkeze uğramadan, direkt Edremit’te Kaz Dağlarında soluklandık. Aslında niyetimizde -bu rota kapsamında- tabiat yerlerini gezmek yoktu. Öyle de oldu. İlk soluklanma yerimiz olan Kaz dağlarındaki “şelale” ve su göleti hariç. Yer yer daralarak ikinci bir aracın geçişine müsade etmeyen bir yolda, sağlı sollu sıralanan zeytin ağaçlarının arasından yamacı tırmanarak çıktık. Uzun bir yoldan sonra vardığımız su kaynağının başında; bir başka yönüyle, oksijen oranı bakımından dünyada ikinci sırada yer alan bir noktada mola vererek kelimenin tam anlamıyla ‘soluklandık’. Gezimizin ilk ve son ‘tabiat’ molası ise burası oldu diyebilirim.
Yine kaz Dağlarının eteklerinden Ege Denizi manzarasını bu sefer karşımıza alarak adım adım aşağı süzüldük. Planımızın ‘Çanakkale’ bölümünü başka bir geziye bırakarak yönümüzü Cunda Adasına verdik. Cunda Adası, rotamızın “Roma” safhasının başlangıç noktası sayılabilir. Bunun arka planını ise şüphesiz, evler ve evlerin meydana getirdiği sokaklar oluşturmaktadır. Gezimizin maksadı ise gittiğimiz her yerde temelde bu arka planı gözlemlemek ve yorumlamaya çalışmaktır. Cunda sokaklarını büyük bir iştahla teker teker, adım adım tüketmek istiyoruz. Beraberimizdeki dört yaşında bir çocuğun çıkardığı tüm güçlüklere rağmen…
***
Bu arada çocuk demişken, çocuklu uzun ve bol yürümeli gezilere çıkılır mı diye sorulursa, kısmen ‘evet’ kısmen ‘hayır’ cevabı veririm sanırım. Gezinin yer yer şen şakrak ve canlı devam etmesi; çocuğun o yaşlardan itibaren kültür gezilerine aşina olması ve zihin dünyasının o istikamette şekil bulması açısından önemli bulmaktayım. Buna mukabil çocuksuz yola çıkmak, gidilecek yerleri -köşe bucak- arşınlamak suretiyle daha potansiyelli olacağı şüphesizdir. Bununla birlikte yol arkadaşının bu minvalde “yoldaş” olması; bir başka ifadeyle “önce refik, sonra tarik” hakikati gereği, iyi bir yol arkadaşının varlığı, yolcuğun önemli parçalarından biri olsa gerek.
***
Velhasıl, Cunda Adası, tipik Roma evlerinin, -standart kapı ve pencere detaylarıyla, giriş merdivenleriyle, taş duvarlarıyla- önemli bir merkezi sayılabilir bugün. Cunda’ Adası’ndan sonra, hemen yanı başındaki Ayvalık’a geçtik. Burada, Cunda Adası’nkine benzer tarihsel bir kent dokusu göremedik.
Edremit’te geçirdiğimiz ilk gecenin ertesinde, sabahın erken saatlerinde doğrudan İzmir Bergama’ya doğru yola koyulduk. Vardığımızda, her zaman yaptığımız gibi aracımızı uygun bir konuma park ederek sokak yürüyüşlerine başladık. Eski yerleşimin yamaçta yer almasına bir de iştahla tüm sokakları gezme isteğimiz eklenince haliyle yorucu bir gezinti başlamış oldu. Tipik Rum evlerinin içinde yürümek; bu evlerin özellikle taş işçiliğinin güzelliğine şahit olmak her şeye rağmen değer elbette. Bergama’nın eski yerleşimi daha çok yamaca doğru olduğundan, geleneksel Osmanlı şehirlerini epeyce andırır. Sokaklarının dolambaçlı olması sokak yürüyüşümüzü keyifli kılan temel etken; bir sokağın, sizi, yörünge çizerek aynı noktaya çıkarması imkanı her zaman mevcuttur bu yüzden. Son olarak geleneksel bir Rum evi sayılabilecek bir konağın içine girerek iç mekanları görme imkanı da bulduktan sonra, bugün için ikinci durağımız olan Efes Antik Kent’ine doğru yola koyulduk. Hedefimiz gün bitimine kadar burayı da gezip Birgi’ye, yani ikinci konaklama yerimize ulaşmaktı.
Antik Kentler hakkında söylenecek veya yazılacak çok şey vardır muhakkak. Özellikle bir dönemin sosyo-kültürel ve siyasi yapısını, mimari eserleri ve kent planı üzerinden az-çok okumak mümkün. Bununla birlikte geçmiş döneme ilişkin yapı ustalığı ve kültürel seviye de Antik Kentler üzerinden okunabilir. Özellikle mevcut kalıntıların yer aldığı alan, kamusal hayatın, siyasetin veya kültür izlerinin görünür olduğu bölge olarak görülebilir. Bu açıdan Efes Antik kentinin, antik bir Yunan kenti niyetiyle ziyaret edilmesinde elbette fayda olur. Bu yüzden burası, -İsa Bey Camii hariç- rotamızın “Yunan”-“Roma” safhalarından biri olarak görülebilir.
Akşama doğru Efes gezisini bitirdikten sonra hedeflediğimiz gibi, hızlıca varıp Birgi’de geleneksel bir Osmanlı evinde ‘konak’ladık. Buradaki hedefimiz de belliydi; sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp kahvaltı öncesi Birgi sokaklarını birer birer tüketmek niyetindeydik. Öyle de yaptık nitekim, sabah yedi civarı, henüz sakinlerinin dışarı çıkmaya yeni yeni başladığı bir vakitte, Birgi sokaklarında yürümeye başladık. Tabii görünümüyle kendimi bir an Nuri Bilge Ceylan’nın “Anadolu” üzerine çekilen fimlerinden bir sahnede hissettim. Sebebi ise köy havası, traktör, durağanlık ve sanırım yanımızdan üç tekerlekli/kasalı bir motosikletin geçişiydi. Burası Osmanlı şehir mirasının korunmuş olduğu önemli bir belde sayılabilir. Cumbalı ve standart cephe elemanlarının şekillendirdiği evlerin her birinin farklı açılarla yamaca konumlanmasıyla burası, sonsuz zenginlikte bir silüete sahip. Evlerin inşasındaki ustalık ve zerafet “bir zamanlar”a ilişkin yaşam kalitesini göz önüne sermekte. İbn Battuta burayı, “zengin ve güzel bir belde” olarak tarif ederek söz konusu beldenin medreseleri ve ahileri hakkında bilgi verir. Buranın ahi teşkilatının ne denli güzel çalışmalar yaptığından söz eder. Bu yazı kapsamında burası, “Osmanlı” safhasının en görünür olduğu yer olarak fotoğraf karelerimizde yer edindi.
Birgi turundan sonra konaktaki kahvaltımıza oturduk. Konağın tek misafiri ise bizdik. Bu sebeple konak sahipleri de sokağın diğer tarafındaki evlerine geçince, gece yatılı olarak yalnızca biz kaldık. Kahvaltıyı da yalnız, ev sahibin vedud tutumu ve kültürel sohbeti eşliğinde yaptık. Çakırağa Konağı’nın kapalı oluşu üzüntü verse de, Birgi’nin bizde bıraktığı yoğun etki altında Tire’ye doğru yola koyulduk. Burada ise daha önce fotoğraflarda güzelliğine şahit olduğum Yoğurtluoğlu Külliyesini yerinde görme niyetindeydik. Gözlerden ve gönüllerden ırak bir yer ve hal içinde olsa da burayı görmekle oldukça mutlu olduk. Daha sonra Şirince’ye uğradık. Geleneksel evlerin çizdiği bir silüet var burada. Ancak geleneksel bir yaşamın devam ettiğini söyleyemeyiz; sokaklarının çoğunda şarap satışının ve reklamının yapıldığını görmek şaşırtıcı oldu. Geleneksel mekan, burada ticari ve turistik bir “meta”ya dönüşmüş durumda. Bu durum, burayı, içinde günlük yaşamın devam ettiği diğer geleneksel şehir dokularına göre daha suni kılmaktadır.
Şirince’den, -“Matematik Köyü”nü gezmeye takat bulamayıp- ayrılarak Muğla’ya doğru yola koyulduk. İki gecelik konaklama yerimiz olan Marmaris’e vardık. Burada konaklamış olsak da asıl gezeceğimiz yerler Bodrum’daydı. Bodrum’da mimari bir gezi niyetiyle ziyaret edeceğimiz proje/yapı grupları, gezimizin “modern” safhasına karşılık gelmekteydi. Planlı olan bu rotanın en büyük parçalarından biriydi burası. Zira uzun uzun okuduğumuz Turgut Cansever’in şehir, mimarlık, sanat alanlarındaki fikriyatının, üzerinde vücut bulmuş olduğu dört farklı proje/yapı grubu var burada. En önemlisi Demir Tatil Köyü, sonrasında Ertegün Evi; onun ustalığının devamını sağlayan kızı ve damadı tarafından inşa edilen Amanruya Oteli ve şantiyesinin bitimine doğru ziyaret ettiğimiz bir ‘ev’. Bu yapı grupları hakkında yazacak çok şey var şüphesiz. Yazılacaklar, yalnızca mimarlıkla alakalı değil; ‘ahlak’,’güzelik’ ve ‘iyi yaşamak’ konusunda bu yapı grupları bize çok şey söylemektedir. Bu sebeple buraları, detaylı birer iceleme konusu yapmak daha doğru olacaktır.
Ertesi gün Aydın’a; Milet Antik Kenti’ni oradan da Doğanbey köyünü ziyaret etme niyetiyle tekrar yola koyulduk. Milet’in ızgara şehir planından eser kalmasa da amfi tiyatronun masif duruşu bizi uzaktan karşıladı. Kaybolan ızgara kent planı üzerinde ‘beylikler’ döneminde inşa edilmiş olan İlyas Bey külliyesinin tabii planı ise gönlümüzü bir hoş etti. Ancak buranın da gözden/gönülden ırak kaldığına şahit olmak üzüntü verici. Son uğrak yerimiz olan Doğanbey köyü ise rotamızın finali sayılır. İlgi çekici bir hikayesi ve güzelliği var bu köyün; bilmeye ve görmeye değer. Bir mimarın iradesiyle şekil almış Demir Tatil Köyü ile tüm köylünün katılımıyla vücut bulmuş olan bu köyün birbirine oldukça benzer siluetler çizmeleri, buraya olan ilgimi daha da arttırdı.
Söz&Kalem - Müslüm Botan