Söz&Kalem-MerveŞimşek
Uğruna debelenip durduğumuz bir hedefin nihayetinde daima başarı ummak, beşeriyettendir. Süreçte türlü meşakkate göğüs gerilen herhangi bir idealin, bize kazanç sağlamasını istemek de rasyonelliğin bir getirisidir. Haklı olarak, sarfettiğimiz çabaya mukabil bir maksada ulaşmaya çalışmak güdülenmeyi arttırır; o hedef doğrultusundaki tüm uğraşları anlamlı kılar. Çünkü nihai hedefe ulaşmak gayesi, insanı diri tutar; dinamik bir zihinle düşünmeye odaklar. Peki, oldukça tıkırında işleyeceği öngörülen veya öyle olması umulan- ölçüp tartılan hesaplar hezeyanla sonuçlanırsa ne olur? Bir hezimet mi hissedilir yoksa koca bir “boşuna uğraştım” cümlesi mi çıkar ağzımızdan?
Dillere pelesenk edilmiş hepimizin mutlaka duymuş olduğu bir söz vardır; Selahattin Eyyubi Kudüs seferine çıkarken 'atının alnında zafer görüyorum' diyen hocasına şu kutlu düsturu söylemiştir: “Biz seferden sorumluyuz, zaferden değil.” Zaferleri umarak seferleri planlamak imandandır; ruhumuzu diri tutar. Ama zaferin mutlak hak olarak vaadedilmesini kesinkes ummak ise “küçük tanrıcıklar” kılar bizi; inancımızı sömürür. Atının alnından zafer okunmasına rağmen Kudüs Fatihi, uğruna orduları harekete geçirdiği hedefi için dahi, salt başarı ummadan ve bu uğurda çaba sarfetmenin mutlak zafere ermek için garanti olmadığına inanarak bu sözleri söylemiştir.
Bu minvalde, yalnızca hedefe ulaşmayı merkeze almak bizi kendi zaferimizin yegâne sorumlusu kılarken bunun yerine, sürecin getirdiği mesuliyetleri gücümüz olduğunca yerine getirmeye çalışmak ve bu sorumlulukların her anından tat alarak ilerlemek, yaşamı hem daha verimli hem de daha sürdürülebilir kılar.
Eğitim-öğretim süreçlerinin başlayacağı Eylül ayında bu konuyu ele alarak bu süreçlere hazırlıklı olmak ve deyim yerindeyse harp meydanına çıkmadan önce teçhizatı kuşanmak, uzun soluklu bu yolculukta bizlere yardımcı olacaktır.
Konumuzla ilişkili olarak, eğitim-öğretim sürecinde zaferi mutlak hedef olarak benimseyen sonuç odaklı yaklaşım, üniversite eğitimi ile birlikte, yaşamın yaklaşık 16 yılını eğitimle geçirdiğimiz göz önüne alındığında, birçok menfi durumu ortaya çıkarabilmektedir. Sonuç odaklı eğitim anlayışı, öğrencinin öğrenme sürecinden çok, elde edeceği sonuca (örneğin sadece sınav puanına, diploma notuna, başarı sıralamasına, sınıfta kaçıncı olduğuna, kaç kişiyi geçtiğine, vs.) önem veren bir yaklaşımı ifade eder. Aslında, böylelikle eğitimin temel amacı olan ilmî yetkinliğe erişme ve öğrenmekten haz duyma, arkaplana atılarak asıl gayeler olmaktan çıkmaktadır.
Daima başarıya indeksli eğitim anlayışı, kulağa oldukça hoş gelerek bir motivasyon kaynağı olarak lanse edilebilir. Dikkatli olunması gereken esas mesele, bu durumun ‘öğrenme sürecini değersizleştirme’ ihtimalidir; çünkü, bilgiyi anlamaktan çok ezberlemek ön plana çıkar. Örneğin bir dönem boyunca derste ne işlendiğini dahi bilmeyen öğrencinin salt başarıya odaklı olması, dönem sonu sınavlardan önce kendisini bilgi bombardımanına maruz bırakarak ve bilgileri ezberleyerek sınavdan geçmesini sağlayabilir. Fakat, sınavdan çıktıktan hemen sonra son birkaç günde ezberlenen yüzlerce bilgi çoktan beynimizi terk etmeye başlamıştır.
Tüm bunların aksine, eğitim sürecini anlamlı bir düzeye çıkararak sınavdan önceki uzun süreci keyifli hale getirmek, yani başarıyı sadece final sınavı için, dersi geçmek veya sınıftaki en yüksek notu almak için değil gayret sarf edilen süreç boyunca emeğimize değer kazandıracaktır. Böylece, öğrenme süreci ise bilgiyi anlamaya, anlamlandırmaya, sorgulamaya veya günlük yaşamla ilişkilendirmeye zaman ayırmakla orantılı olarak zevkli bir vaziyete dönüşebilir.
Sonuç odaklı eğitim hayatının bir diğer olumsuz neticesi, içsel motivasyonu zayıflatarak öz-düzenleme kapasitesini sınırlandırmasıdır. İçsel motivasyon kaybı, bireyin öğrenme isteğinin kişisel merak ve ilgiden ziyade dışsal faktörlere (örneğin not, takdir edilmek veya cezadan kaçınmak gibi) bağımlı hâle gelmesi durumudur. Öğrenci için öğrenme süreci artık bir ‘zorunluluklar silsilesi’ veya ‘mecburiyetler listesi’ olarak algılanır; merak ve gelişme isteği yerini “yapmak zorunda olduklarım” düşüncesine bırakır.
Sonuç odaklı eğitim anlayışı, yalnızca elde edilenlere yoğunlaşarak bireyin psikolojik süreçlerini, farklı koşullarda yürütülen yaşamların ve her bireyin özgün oluşunu göz ardı etmektedir. Oysa her başarının veya başarısızlığın arkasında, bireyin yaşadığı duygusal süreçler, karşılaştığı zorluklar ve verdiği mücadelelerin farklı oluşu gibi çeşitli etmenler vardır.
Sonuç endeksli eğitim anlayışının aksine; süreci önemsemek, kişinin yaşadığı deneyimleri kabul etmek ve bu süreçteki duygusal yükünü azaltmak, öğrenmenin daha kalıcı olmasını sağlar; böylece psikolojik iyi oluş halini destekler. Şüphesiz her koşulda sonuçtan başarı ummak ve süreci göz ardı ederek eğitimin her safhasında en iyi versiyonunu ortaya koymak, kişinin kendisine yapacağı en istenmeyen zulümlerden biridir.
Başarı putunu en ön safa yerleştirenler, gayret etmenin hakikatine gölge düşürüp, çabalamaktan değil muvaffakiyetten mesul oldukları yanılgısına kapılmışlardır.
Yaşamın her alanında olduğu gibi eğitim süreçlerinde de tüm hedeflere mutlak bir motivasyonla, azim ve gayretle ulaşılamaz elbette. Duygusal ve zihinsel dalgalanmaların kıskacında süreçten her an zevk almak yanılgısına da kapılmayalım. Fakat çabaladığımız için mutlak başarı beklemek hatasına da düşmeyelim.
Hülasa, sonuçlara tapan nedenselliği salık veren determinizmi bir kenara koyarsak; gayretin kendisi, asıl zaferdir! Süreç boyunca kendisi uğruna çaba sarf edilen her gaye, arzulanan sonuca ulaştırmak zorunda olmasa da zihinleri dipdiri kılar. İnsana, “Gayret bizden tevfik Allah’tandır.” dedirtir. Bu anlamda bizler de ‘süreçten sorumluyum, sonuçtan değil’ düsturunu şiar edinerek, hayatın her alanında sürekli başarıyı beklemekten vazgeçip sürecin getirilerinin ve çabalarının da anlamlı olduğunu zihnimize kazıyarak kendimize haksızlık yapmayı önleyebiliriz.