Söz&Kalem Dergisi - Esedullah Kaya
Herkesin kendini evine kapamak istediği günlerden geçiyoruz.
Evine kapanıp ibadetini yaptığı ve ardından yoğun bir çaresizlik ve vazgeçmişliğin verdiği zillet ile, “bu toplum düzelmez artık, ibadetlerimizi yapıp kendimizi kurtarmaya bakalım” dediği günler. Bu söz, her ne kadar çaresizlikle dilden dökülse de sorumluluktan kurtulmanın iştahını da içinde barındırır. Oysa Aziz Kur’an, Yusuf suresinde şöyle buyuruyordu:
“...Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez."
Bu ayetin ne için geldiğini hatırlayalım; Hz. Yakup’un oğulları küçük kardeşleri Yusuf’u kıskanmış, onu kuyuya atmışlardı. Yusuf’u çok seven babalarına ise onun bir kurt tarafından parçalandığını söylemişlerdi. Böyle bir cürüm işledikten onlarca yıl sonra babaları hala Yusuf’un ölmediğini düşünüp aramalarını söylerken bu telkini yapıyor oğullarına. Oğlunu kaybetmesinin üzerinden onlarca yıl geçmiş bir insanın, hâlâ oğlunu bulma ümidine sahip olup bu ümidi telkin etmesi, ebetteki amaçsız bir hikaye anlatımı değildir. Allah’ın kullarına biçtiği bir roldür. Günümüz Müslümanlarını, Allah’ın küfürle özdeşleştirdiği ümitsizliğe iten nedir peki?
Buna yenilgi diyebiliriz. Evet, art arda alınan yenilgilerin ardından mutlak galip görülen kapitalist batı medeniyetine, 600’lü yıllarda Hristiyanların Halid b. Velid’e atfettiği gibi bir kutsallık atfedildi. Bu ezici yenilginin ardından galipleri taklit ile güç sahibi olunacağı zannedildi ve İslam toplumları bir kültür dönüşümüne girdi.
Peki bu hayatı, İslam nuru ile okumaya çalışan bizlerin bakışı nasıl olmalı?
Öncelikle esas yenilginin savaşta yaşanacağını bize kim öğretti? Ne zamandan beri biz zaferlerimizi ve yenilgilerimizi savaş meydanlarına hapsediyoruz? Madem zafer ve yenilgi savaş sonuçlarından ibarettir, bizler gücümüzü ordudaki asker sayımızdan veya teçhizat kuvvetimizden mi alıyoruz?
Elbette hayır. Eğer öyle olsaydı 313 kişilik Talut ordusunun 70.000 kişilik Calut ordusuna karşı galibiyetini, hangi teçhizat ve ordu gücü ile açıklayabilirdik.
Yenilgi ve zaferin, savaş meydanlarında elde edilen şeyler olduğunu zannetmemizin kökeni, güç aşkıyla kendilerine at gözlüklerimizle mukallitlik yaptığımız batı uygarlığının materyalizminde yatıyor. İşte bu, birçok sorumuzu yanıtlıyor. Çözüm olarak ortaya koyduğumuz şey, asıl katilimiz. Madem böyledir; o zaman galibiyet, neye bağlıdır ve nedir diye düşünüyor olabilirsiniz. Bu sorunun cevabını gelin yine Kuran’a soralım.
‘’Musa dedi ki: Hayır (Asla). Şüphesiz ben Rabbimle beraberim. O bana bir yol gösterir." (Şuara/62)
Dikkat edin, Musa (a.s) bu sözü söylediğinde önünde deniz, arkasında ise ordu vardı. Materyalist bakışla bakan biri için bu, mutlak çaresizlik durumudur. Ama dört yolu ölümle sarılı olan Musa (a.s) ise galibiyetin kaynağını bize işaret etti. İşte o kaynak Allah’tır. Öyle ise ondan ümit kesemeyiz çünkü ondan ümidini ancak kafir kavim keser. El hasıl asıl galibiyet Allah ile aramızdaki güven bağını koparmamakta yatar.
Yazının bu yarısında, mağlup Müslümanları konuştuk ama asıl konuşulması ve konuşturulması gerekenler, galip olanlardır. Bir tablo getirelim gözümüzün önüne.
Tüm İslam toprakları emperyalist postallar altında; Suriye, Irak, Filistin, Türkiye, Ürdün... ve diğer ülkelerimiz maddi/manevi sömürgeleşmiş, materyalist batının kanunlarıyla yargılanıyoruz. Yönetici olarak başımızda onların sadık karakol amirleri var. Mescid-i Aksa ve kutsal topraklar işgal altında. Müslümanlar, Batı dünyasının topraklarımızı sömürmek için yaptığı fabrikalarda işçi olarak çalışıyor. Her başlarını kaldırdıklarında kafalarına sert bir balyoz iniyor –ki bu balyozların bir kısmını bizzat kendi kardeşleri indiriyor- topraklarımıza askeri üslerini inşa ediyorlar. Bir diğer kardeşimizi vurmak için çıkan askeri jetler, bizim topraklarımızdan havalanıyor. Çok aciz bir tablo değil mi? Okurken bile içimizi karartacak kadar.
İşte böyle bir devirde bahsettiğimiz galiplerden biri olan Seyyid Kutub, çıkıp “İstikbal İslam’ındır” diye bir kitap kaleme aldı. Bakın bu kitap herhangi bir zamanda ve herhangi bir zeminde yazılmadı. Bir slogan olarak bile söylendiğinde, söyleyenin akıl sağlığından şüpheleneceği bir zaman ve zeminde kaleme alındı. Ardından sözünün bedelini de ödedi, şehit oldu. Şimdi söyleyin, hangimiz şehadetten daha büyük bir kazanım biliyoruz? Bir başka kazanım da bu istikbale inanan bir gençliğe fikir öncülüğü yapmak. Bu öyle bir kazanım ki, düşmanlarımız teçhizata verdikleri önemden ve buna ayırdığı kaynaktan daha fazlasını, bu kazanımı yok etmeye harcadılar.
Siyonistlerin, 6 gün savaşlarıyla Arap ülkelerini komik bir duruma düşürmeleri ciddi bir galibiyet değildi. Asıl galibiyet için savaştan sonra ciddi bir uğraşı başladı. Bu çabanın en açık örneklerinden biri, 1967’de ortaya atılan Martin Seligman’ın “öğrenilmiş çaresizlik” deneyiydi: Deneyin anlatmaya çalıştığı şey şuydu “İnsan ve hayvanlar, davranışları ile o davranışın sonucunun arasında bir bağlantı olduğunda harekete geçerler.”
Hatırlayalım, antik Roma’da köleleri eğitirken, kasıtlı bir biçimde bağlarını gevşek bırakıp özgürlüğe ulaşmanın kolay olduğunu göstermeye çalışırlardı. Defalarca köle kaçar ama engele takılır. Artık köle kurtulacağına olan inancını kaybederdi. Eskiden eğitilen köleler de artık kaçmaya çalışsan da kurtulamazsın deyince köle kaçmaktan vazgeçer. Yani çaresizliği öğrenir. Martin Seligman bir Yahudi’dir. Ve bu deneyi, köpekler üzerinde uygular. Deneyin ayrıntısını veremeyeceğiz, ama burada görünen o ki Filistin için direnen halka bu çaresizlik fikri köpekler örnek alınarak empoze edilmeye –veya onların tabiriyle öğretilmeye- çalışılır.
Az önceki tabloda da anlattığımız gibi, siz her baş kaldırdığınızda başınızın üzerinde bir balyoz göreceksiniz. Ve bu balyozların bazılarını “başaramayacaksın, boşuna uğraşma, karşında Amerika var, İsrail var sen kime meydan okuduğunu bilmiyorsun” diyerek bizzat kardeşleriniz tutacak. Ama elhamdülillah mağlubiyeti yediği bir-iki balyozla kabullenmeyen, zincirlerini kırıp özgürlüğe yürüyen mücahitler çıktı ortaya. Bu mücahitlerin lideri, özgün iradesiyle her engeli deviren Şeyh Ahmet Yasin’di. Talebelerine dövüş tekniklerinden önce Allah’a dayanmayı, pazu gücünden önce İman gücünü öğretmişti. Bugün onun öğrencileri, öğrendikleri iman ve özgürlük anlayışını tüm dünyaya öğretiyorlar.
Öyle güzel öğretiyorlar ki, kulaklarımızda cihad marşlarından şu dizeler yankılanıyor:
Bahardır Tomurcuk verdi bütün ağaçlar
Lalerle doldu tarlalar ve topraklar
Kolları sıvamış korkmadan çalışanlar
Ekilen biçilir bir hasat vaktinde
*
7 Ekim Aksa Tufanının üzerinden bir yıl geçti. Bir yıldır her gün tuğyan eken zalimlerin tufan biçmesini izliyoruz. Bizler dünyanın Gazze’ye yardımı dokunacağını düşünürken Gazze bize öğretmen oldu. Adeta lisanı hal ile ders verip şunları söylüyor bizlere:
Bak ümmet hala ayakta,
Deviriyor, değiştiriyor,
Can alıp can veriyor,
Hala direniş ekip zafer biçiyor…
Bizler ise Şeyhin tabiriyle suskun, aciz ve helak olmuş ölüler olarak rahat koltuklarımıza yaslanmış “zaten elimizden bir şey gelmez ki” diyoruz. Hatta kimimiz oturduğu yerden yapılanı küçük görüyor. “Bin tane füze attın ne oldu bak onlar on bin tane attı” veya “Bu kolayı almadığın için mi israil yok olacak” veyahut “Burada slogan attın da ne oldu, siyonistler korkup kaçtı mı”
Balyoz sahibi kardeşlerimizi anımsadık değil mi? Ya da çaresizliği öğrenmiş ve öğreten köleleri?
Sözlerimizi noktalarken şunları söylüyoruz; karşımızda duran her kim olursa olsun bizi yıkan her balyoza karşı: ‘‘Daimen Allahu Ekber’’