Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Sincar
İnsanın zihinsel ve ruhsal boyutlarının maddi dünyadan bağımsız olduğunu kabul etmek oldukça mantıklı bir iddiadır. Çünkü bu konuda fizikalist ve natüralist yaklaşımlar oldukça yetersiz ve indirgemeci görünüyor. Onlar her şeyi ve özellikle de bilişsel mekanizmayı maddi dünyayla veya beyinle açıklamaya çalışıyorlar. Mutluluk, üzüntü, düşünce gibi çok derin ve karmaşık insan halleri bile bu yaklaşıma göre sadece bir et parçası anlamında beynin faaliyetlerinin bir sonucu olarak ele alınıyor. Ancak, insanı sadece fiziksel bir varlık olarak görmek, onun özünü ve derinliğini tam anlamıyla kavrayamamak anlamına gelir.
Bu anlamda dindar düşünürlerin savunduğu ruhun varlığı ve onun maddeden bağımsız bir boyutu olduğu fikri çok daha tutarlı ve kapsamlıdır.. Birincisi, hepimizin kendini doğrudan bildiği bir "ben" duygusu var. Bu "ben", bedenimizle değil, sezgilerimizle, içsel bir farkındalıkla algıladığımız bir şey. Bedenimizi duyularımızla tanıyoruz ama "ben" dediğimiz varlık doğrudan, sezgisel bir bilgiyle kendini belli ediyor. Çünkü ben, kendi varlığının bilincini dış dünyadan veya deneysel olarak değil, sezgisel olarak edinmiştir. Bu, "ben" ile bedenin farklı şeyler olduğunu açıkça ortaya koymak için yeterlidir. Çünkü bedenin varlığının keşfi tamamen dış dünyada gerçekleşir ancak ben’in varlığı hiçbir zaman dış dünyada bulunabilir bir şey değildir. Söz gelimi “ben” dediğimiz şey herhangi bir duyumuza göründüğü gibi değil (örneğin bir elmanın görme duyumuzu kullanarak kendi varlığını bize kabul ettirmesi gibi değil) daima beş duyunun ötesinde bir bilişle kendi varlığını bize kabul ettirmiştir. Çünkü benliğimiz elle tutulur ve gözle görülür bir yapıda değildir.
Ayrıca, bilgi dediğimiz şeyin doğasına bakınca, bunun maddi özellikler taşımadığını görüyoruz. Bilgi ne bölünebilir ne de genişleyebilir. Eğer bilgi bu şekilde soyut bir şeyse, onu algılayan varlığın da soyut olması gerekir. Yani, zihnimizin maddeden bağımsız, soyut bir ruhu olduğunu düşünmek çok daha mantıklı bir argümandır.
İnsana ait duyguların doğası da bu konuda önemli bir ipucu verir. Korku, mutluluk, sevgi gibi duygularımızın fiziksel bir boyutu yok. Bunlar maddi bedene indirgenemeyecek kadar soyut haller. Eğer bedenimiz sadece maddeden ibaret olsaydı, bu tür duygusal hallerin varlığını nasıl açıklardık? Bu da gösteriyor ki, insanın maddi olmayan, ruhsal bir boyutu var.
"Ben" dediğimiz şeyin bölünemezliği de bu düşünceyi destekliyor. Bedenimiz parçalara ayrılabilir, değişebilir, ama "ben" dediğimiz varlık hep bir bütün olarak kalır. Bu, ruhun bedenden farklı, daha derin ve bölünemez bir yapıda olduğunu gösteriyor. Ayrıca, kimliğimizin yıllar boyunca sabit kalması, örneğin bebeklikten yaşlılığa binlerce değişim geçirmemize rağmen "ben" duygumuzun aynı kalması, bedenin ötesinde bir varlığın, yani ruhun olduğunu kanıtlamaktadır.
Tüm bu düşüncelerle birlikte, insanın sadece maddi bir varlık olduğunu iddia eden fizikalist ve natüralist yaklaşımlar oldukça dar bir bakış açısının yansımasıdır. İnsan deneyimlerinin zenginliği, sezgilerimiz ve duygularımız, hatta ölümle ilgili yaşanan deneyimler, bedenin ötesinde bir varlığın, yani ruhun var olduğunu gösteriyor. Bu yüzden, ruhun varlığını kabul etmek, bence insanın gerçek doğasını anlamanın en doğru yolu.
Ölümden sonraki hayatın ve ahiret aleminin varlığı, insana dair en temel sorulara cevap arayan bir mesele olarak, büyük bir anlam taşısa gerek. Fizikalistlerin her şeyi maddi dünyayla sınırlayan bakış açısı, bu konuda yetersiz ve indirgemecidir. Onlar, insanın varlığını sadece bedeniyle tanımladıkları için, ölümle birlikte her şeyin sona erdiğini savunuyorlar. Ancak, bu yaklaşımın insanın ruhsal ve manevi boyutunu göz ardı ettiği aşikardır. En nihayetinde doğumdan ölüme tüm değişimlerimize rağmen tüm bu değişimleri sahiplenen ve kendisi değişmeyen bir “ben”in olması bile insanın madde ötesi boyutu olan ruhun varlığını kanıtlar niteliktedir.
İnsan olarak sahip olduğumuz ruhsal boyut, bize ölümsüz bir varlık olduğumuzu da gösteriyor. Ruhun varlığı, ölümden sonraki hayatın mümkün olduğunu gösteren en güçlü kanıtlardan biri. Eğer ruh az önce kanıtladığımız gibi gerçekten maddeden bağımsız ve ölümsüz bir varlık ise, bu, bedenin ölümüyle varlığımızın sona ermeyeceğini, aksine ruhun varlığını sürdürmeye devam edeceğini şüphesiz kabul etmek gerekir.
Ayrıca, Allah’ın adaletine olan inanç, ahiret aleminin varlığını gerekli kılıyor. Bu dünyada birçok insan, iyiliklerinin karşılığını tam olarak alamazken, kötülük yapanlar da cezalarını göremeyebiliyor. Eğer Allah mutlak adil ise, bu adaletin tam anlamıyla tecelli edebilmesi için ölümden sonra bir hesap günü olmalı. Bu da, ölümsüz olan ruhumuzun ebedi yerleşkesi olan ahiret aleminin varlığını zorunlu kılıyor.
İnsanın içindeki sonsuzluk arzusu da, ölümden sonraki hayatın varlığına da işaret eder. Eğer insanın bu denli derin bir ölümsüzlük isteği varsa, bunun boşuna olmadığını düşünmek gerekir. Allah’ın hikmetli düzeninde, bu arzunun karşılanması, insanın ölümden sonra yaşamaya devam etmesini gerektirir.
Sonuç olarak, ölümden sonraki hayatın ve ahiret âleminin varlığı, hem ruhun ölümsüzlüğü, hem de adalet ve hikmet açısından mantıklı ve tutarlı bir inanç olarak karşımıza çıkıyor. Bu, fizikalist bakış açısının ötesine geçen, daha derin ve kapsayıcı bir anlayışı vaaz eder. Bu yüzden, ölümden sonra hayatın varlığına inanmak, insanın gerçek doğasını ve evrendeki yerini anlamada çok daha anlamlı ve bütüncül bir yaklaşım olarak karşımıza çıkar.