Söz&Kalem Dergisi - Sefa Kara
Tüm İslam âleminin Ramazan-ı Şerifleri mübarek olsun. Bu mübarek ayın içerisindeyken konuşulmaya en layık olan konulardan biri elbette oruçtur. Depremde vefat eden vatandaşlarımızın yan ısıra sağ kalanlarda açlık ve yokluk durumu mevcut. Özelde Türkiye Müslümanları genelde ise dünya müslümanlarına bu açlık ve yokluğu hissettirecek bir ibadet olması hasebiyle orucun kendisi birçok yarayı saracağını ümid ediyoruz. Oruç ciddi manada depremzedelerin halini hatırlatacaktır. Orucun bir hikmetinin de aç kalıp aç olanların halini anlamak ve onları hatırlamak olduğu söylenir. Hatırlamak güzel şey, ama oruç dini bir ibadet. Din de kişiyi olgunluğa, erdeme, kemale götürür. Yardımsever olma çağrısı dışında bu oruç başka bir şeyleri daha hatırlatıyor olmalı elbette…
Oruç ile kim neyi hatırlıyor ya da neyi hatırlamalı. En çok hatırlanmaya değer olan şey nedir bunu konuşmak istiyorum. Ama önce başımdan geçen bir hikâyeyi anlatacağım. Belki de satır biter, sayfa biter, söylenecek söz biter de oruçtan da bahsedemeyebiliriz, haberin olsun kardeşim…
Öğrenci evindeydik. Arkadaşlardan biri akşam eve bir misafir getireceğini söyledi. Misafir geldi uzun uzun sohbet, muhabbet ettik. Eve gelmeden önce arkadaş yolda bu misafirine cin taifesinden bir şeyler anlatmış. Üstelik korktuğunu bildiğinden bizim evde var gibi şeyler de söylemiş.
Yolda konuşulanlardan bizim haberimiz yoktu. Adam, ara ara ben artık kalkayım diyordu ama bırakmadık. Derken saat de geç oldu bizde kalacaktı artık. Ranzanın üst katına yerleştirdik. Alt kat da dolu olduğundan ben yer yatağındayım. Pencere tarafında yerde yatan bir arkadaş daha var, oda nüfusu 4 yani.
Bu adam gece boyunca perdenin sallanmasını gördükçe uykusu kaçmış. En ufak bir sesten irkilmiş, havaya fırlamış, ama en son yorgun düşüp uyumuş. Yastık da kalmadığından başını kendi kolunun üstüne koymuştu. Zamanla uyuşur o kol tabi…
Şunu baştan söyleyeyim bahsedeceğim olay yaşandığında ben uyanıp ayağa kalkmadım. Ayaktayken uyandım. Öyle bir korkuyla havaya fırlamış ve adamın çığlığına eşlik etmişim ki ayakta odanın içinde koşarken uyku halindeydim. Ben uyanıp ayağa kalktığımı hatırlamıyorum çünkü ayaktayken uyandım. Koşmayı bırakıp pencere kenarındaki arkadaşla göz göze geldiğimde uyandım. Zaten o arkadaş da çığlığın sebebi benim sanmış. Delirdiğimi sanmış. Pencere de açık koşar atlarım diye de endişelenmiş. Hepsi bir arada o da kafayı yedi o gece yani.
Ranzanın üst katındaki arkadaş yastık da olmadığından kolunun üzerinde uzanmıştı dedim ya, kolu uyuşmuş zaten diken üstünde biri kolunu tutuyor bir şeyler yapıyor sanmış. O can havliyle kısa bir çığlık atmış. Aynı anda ben de fırlamışım havaya. Ortada bir şey yok adam hafif çığlık atıp korkusu bitecekken bir de evin içinde hoplaya-zıplaya koşuşturan ve onunla beraber çığlık atan bir adam… Korku bir ise bin oldu. Ve evdeki herkes benim gibi o korku atmosferinin içine kapıldı. O saatlerde zaten uyanık olan rahmetli Selami Çeçen kardeşimiz herkesten daha çok korkmuş ve “o sesler insan sesi, insan çığlığı olamaz” şeklinde bir cümle kurabilecek kadar kendini kaptırmıştı. Evin hemen yan odasında gecenin dördünde iki-üç kişi tüm gücüyle çığlık atıp sağa sola koşuyor…
Velhasıl o gece artık kimse uyuyamadı. Konuyla ilgili hiç kimse hiçbir şaka yapmadı. Herkes normalde çok matraktı o evde ama şaka yapabilecek kadar rahatlamış hiç kimse yoktu. Olayı planlayan misafiri gelirken korkutarak getiren arkadaş da dâhil.
Bir an durup tefekküre daldım ve bir gün mahşere böyle kalkacağız işte dedim. O söz ile beraber herkesin toplaştığı salonu tamamen sessizlik bürüdü. Artık uykusuzluktan ölsen bile uyuyamazsın.
Korku ile topraktan fışkırır gibi yataktan fırlayışım bunu hatırlatmıştı bana. Neyin olup bittiğini bilmiyorsun. Bir şey olmuş fırlamışsın ama ne oldu kim öldü hırsız eve girdi de birine mi zarar verdi hiçbir fikrin yok ama çok kötü bir şey olmuş olmalı. Çok kötü bir an…
Aradan yıllar geçti ama hala unutamadım. O olayı birlikte yaşadığımız arkadaşlarımızla ne zaman konuşsak o gün gelir aklımıza. Şakasını falan yaparız ama o günü unutulacak cinsten değildi.
Normalde ölüm gibi şeyler düşünüldüğünde insan daireyi geniş tutup tüm insanların ölümünü kıyameti falan düşünür. Aslında dünyanın daha güzel bir yer olması için düşünce faslında herkesin daireyi küçük tutup o daire içine sadece kendini koyup kendi ölümünü kendi haşrini düşünmeli. En küçük daire en büyük değişimin çekirdeğidir.
Bizim de o akşam hatırladığımız, düşündüğümüz şey insanların mezarlarından fırlayışı değildi.
Normalde her zaman onu düşünürdük “insanların mezarlarından fırlayışını”
O gece herkes kendi kabrinden nasıl kaldırılacağını düşündü.
Dedik ya oruç hatırlatır. Başkalarının açlığını mı? Hayır bunun çok bir faydası olmaz, kişinin irinden başka bir içeceği olmadığı bir günü hatırlaması gerekir aslında. Sadece yardımsever olmayı hatırlatmaz bu hatırlattığı şey, geniş bir çerçeve çünkü o gün sadece yardımsever olup olmadığı sorulmaz insanın. Yaptığı her fiilinden hesaba çekilir.
Günlük hayatımızın içerisinde çok fazla morfinimiz, uyuşturucumuz, uyutucumuz var. O mahşer gününü bize unutturacak, oyalanacak çok şeyimiz var. Yediğimize içtiğimize o kadar değer veriyoruz ki tadı hoşumuza gitmeyince yemeği yapanın kalbini kolaylıkla kırabiliyoruz. Damak zevki yemeğin lezzeti dışında, bir bakmışsın ki ev araba satın alma hayali dışında kafamız başka bir şeye çalışmaz olmuş. Yine okul bittikten sonra gireceğimiz KPSS sınavı en büyük derdimiz olabiliyor. Sanki atanınca Allah azze ve celle’nin boyunduruğundan kurtulup asıl Rezzak-ı Hakikiyi bulacağız!
Başka derdimiz yok mu bizim acaba? Tek dert daha iyi hayat şartlarına sahip olmak, daha iyi giyinmek, daha fazla lüxe ve konfora sahip olmak ya da saygı görülen kişi olmak mı?
Bitmeyecek mi bu seviye atlama yarışı. Bu oyunun sağ üstünde kalan son saniyeleri gösteren geri sayım ekranı kaldırılmış ve biz kalan süreyi hiçbir şekilde göremiyoruz. Ama bir şeyler bize bunun oyun olduğunu hatırlatıyor.
Bir ay boyunca rabbimiz bize “yeme” diyor. Şehvetlerinden uzak dur diyor. Aklını da kalbini de mideni de boşalt. Dur bekle, sakin kafayla düşün. O çok değer verdiğin şeylerin değerini bir daha tart.
Her yılın bir ayı yani Ramazan ayı adeta uyandırma alarmı bizim için. Zaman az kaldı diyor bizlere. Ne zaman biter o da belli değil ama zamanın az kaldı. Diğer insanların değil senin zamanın az kaldı. Boş ver onları kendini düşün. Onların hesabını yapamazsın. Kendi hesabını yap kendi hazırlığını yap zamanın az kaldı.
Oturup bu ayı tefekkürle geçirmek başımıza geleceği kesin olan hakikati iyice düşünmek gerek. Bir anda yok olup gidebilecek şeylere değil en yıkıcı depremlerden sonra bile sapasağlam yanımızda kalabilecek, depreme dayanıklı ameller edinmek gerek. Gerekirse depreme dayanıklı amellerin inşası için kendimize yapı denetim edinelim. Salih dostlar edinelim ki bizi denetlesinler. Uyarıp kontrol etsinler. Sismik izolatör sadece hayatımızı kurtarır onu da zaten vakti gelince bir şekilde kaybedeceğiz. Kaybolmayanı elde edelim. Kaybettirmeyen dostlar edinelim… Bahsi geçen öğrenci olayını kendileriyle birlikte yaşadığım dostlarıma buradan selam olsun…