Söz&Kalem Dergisi - Murteza Ahmed
“Erkek adam ağlar mı hiç?” Bu sözü hepimiz mutlaka duymuşuzdur. Erkek olanlarımız küçüklüklerinde yaşadıkları acı verici bir olay karşısında mutlaka bu soru ile karşılaşmıştır. Bayanlar da ev ortamında veya dışarıda bu sözü duymuşlardır. İlk söylendiği zaman ne kadar da asil duran bir söz, değil mi? Ama üzerinde biraz tefekkür edildiği zaman aynı asaleti koruyor mu acaba?
Evet, biraz bu söz üzerine düşünelim. Sadece erkekler değil Müslüman olarak hepimiz bu söz üzerine düşünelim. Acaba birini ağlarken gördüğümüz zaman onun hakkında ne düşünüyoruz? Yapılmaması gereken bir işi yapmış gibi mi bakıyoruz? Ya da ona bir aciz gözü ile mi bakıyoruz? Aslında evet öyle bakıyoruz. Şu ana kadar tanıdığım insan profilinin büyük bir kısmı öyle bakıyor. Nedeni basit aslında. Biz uzun süredir Batı’nın değer yargılarıyla hayatımıza şekil verdiğimiz için ağlayan bir insan gördüğümüz zaman şaşırıyor, hatta bazen küçümseyici bakışlar dahi atabiliyoruz. Çünkü bizler uzun süredir Batı’nın salt kaba kuvvete endekslediği mükemmel insan portresi çizen kudret mektebinde yontuluyoruz. Ve bundan ötürü de ağlamak bize basit, aciz, zayıf insanların ameli imiş gibi geliyor. Bize dayatılan öğretide her zaman kuvvetli olmamız gerektiği, hiçbir şartta ve ortamda zafiyet belirtisi göstermememiz gerektiği öğretilir. Kişisel gelişim kitapları baştan aşağı bu öğretilerle doludur. “Daha güçlü görünmelisin”, “Daha güçlü olmalısın” cümleleri beynimizin çeperinde bir o kısımdan bir bu kısma akıp gitmekte ve zihnimizi materyalist fikriyatla işgal etmektedir. Peki normalde bir Müslüman’ın ağlamaya bakışı nasıl olmalıdır? Gerçekten de arkadaş ortamlarımızda konu ağlama hususuna geldiği zaman konuyu değiştirmek için kırk takla mı atmamız gerekmektedir? Biri “Sen hiç ağladın mı?” diye sorduğu zaman yüzümüzü somurtarak başka yöne mi çevirmemiz gerekmektedir? Ya da bir başkası “En son ne zaman ağladın?” sorusunu bize yönelttiği zaman yalandan “Hatırlamıyorum” mu demeliyiz?
Müslüman’ın hayatının her alanında olduğu gibi ağlama hususunda da takip etmesi gereken çizgi belirlenmiştir. Kur’an ve sünnete bakarak tüm duygularımıza şekil verdiğimiz gibi ağlamamıza da bir yol çizmemiz gerekmektedir. Maddi perdeler ile kirlenmiş gözlerimizi manevi bir ırmakta yıkamalıyız. Resulullah’ın (s.a.v) gökteki yıldızlar olarak nitelendirdiği o güzide nesle bakarak nerde, ne zaman, nasıl ağlayacağımıza karar vermemiz lazımdır. Mesela hicret izni geldiği ve Müslümanların birer ikişer Mekke’yi terk ettiği zorluk ve meşakkat döneminde Resulullah’ın (s.a.v) yanına gelip beraber hicret edeceklerini haber vermesi üzerine göz yaşlarını tutamayan Ebu Bekir (r.a) gibi olmak gerekir. Kızı Aişe (r.a) o gün ile ilgili olarak “Vallahi o güne kadar sevinçten ağlayan hiç kimse görmemiştim” demektedir. Bizler de davamıza o denli bir muhabbet ile bağlanmamız gerekmektedir. Davamız ile ilgili olarak bize bir lütufta bulunulduğu zaman sevinçten ağlayabilmemiz gerekmektedir. Belki Resulullah (s.a.v) ile beraber hicret etme gibi bir şerefe nail olamayacağız ve böyle bir imkân yakalayamayacağız ama onun ile aynı davayı sürdürüyor, aynı yolda gidiyor olmanın bize vermesi gereken bir sevinç olmalı ki bu sevinç bizi kimi zaman ağlatabilmelidir. Bunu hiçbir maddi göz idrak edemez. Hiçbir maddeci öğreti bu göz yaşlarına anlam yükleyemez ama bizim bugün ihtiyaç uyduğumuz dava şuuru bu göz yaşlarını gerektirmektedir. Ya da ashabın mümtaz fertleri gibi kendisine savaşa katılma izni verilmediği için göz yaşı dökebilmek güzel olmaz mı? İslam’ı iliklerimize kadar öyle bir işlemeliyiz ki bu yolda şehit olma imkânı elimizden alındığı zaman oturup ağlayabilmeliyiz. Hangi dünyevi mektep bu aşkı kelimeler ile ifade etmeye güç yetirebilir ki? Davamıza böyle âşık olursak ağlamak sizce de bizim için bir ayıp olmaktan çıkmaz mı? Tam tersine akıttığımız her göz yaşı tıpkı akıttığımız her ter damlası gibi bizim için bir iftihar nişanesine dönüşür.
Davanın sahibine olan muhabbetimizin de bizi ayrı bir frekans ile etkileyip yanaklarımızdan damlaların yavaş yavaş süzülmesine vesile olması zaruridir. Sahi ona karşı işlediğimiz hataların kaçı için seccademizi ıslattık? Kaç gece başımızı yastığa koyduğumuz zaman geçmişin muhasebesini yaparken hıçkırıklarla boğazımızın düğümlenmesi nefesimizi kesiti? Ya da aleni şekilde işlediğimiz kaç günahımıza tenhada af dilerken istemsiz şekilde gözlerimizin kızarıklığını elimizin tersi ile sildik? Hani Resulullah (s.a.v) mahşerin akıl almaz, dehşetli manzarasını anlatırken yedi sınıfın Allah’ın arşının gölgesi altında gölgeleneceğini bize iletmişti. İşte o yedi sınıf insandan biri de “Tenhada Allah’ı anıp göz yaşı döken kişi” olduğunu unutmamalıyız. Tenhaları pişmanlıklarımızın telafisi hükmüne geçirebiliriz. Bunu yapmanın yolu da ağlamaktan geçiyor. Evet bol bol ağlamalıyız. Günahlarımıza ket vurabilmek adına, nefsimizi dizginleyebilmek adına, Allah-u Teala’ya duymuş olduğumuz o haya ve haşyet duygusu ile ağlamalıyız. Geceler biraz da bunun için yok mu? Alemlerin rabbini anarak aydınlanmasını sağlamak, göz yaşımız ile O’na olan aşkımızı ve muhabbetimizi harlamak, cehennemini hatırlayarak havf’ın kıyılarında dolaşarak ürkmek, reca’nın eteğine yapışarak nefes almak kısacası onu damla damla göz yaşlarımız ile yıkamak için var edilmemiş mi bu geceler? Biraz da bu yönden ağlamalıyız. Meryem suresinin 71. ayetini duyan Abdullah Bin Revaha (r.a) gibi cehennemin korkusundan dolayı gözyaşlarımız sel olup akmalıdır. Bizler Kur’an’ın ifadesi ile büyük günün azabından korkacağız. Ve bu korku günahlarımız ile harmanlanınca da gözyaşlarına hâkim olabilmek ne mümkün?
“Allah’a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız.” diyen Habibullah (s.a.v) ağlanacak çok şey olduğunu az söz ile ifade etmiş. Ağlanacak daha çok şey var aslında. Bunların en başında da mazlum ümmetin hali gelmektedir. Bir vücudun azaları gibi olmamız gereken bizler kardeşlerimizin ölüm görüntülerini izlemeye o denli aşina olmuşuz ki artık bırakın ağlamayı herhangi bir duygusal tepki dahi vermeden bir robotmuşçasına bu görüntüleri izleyip geçebiliyoruz. Nasıl ki vücudumuzun herhangi bir azasına bir zarar geldiği zaman acı içinde kıvranıyorsak o şekilde de İslam ümmetinin mazlum ve mustazaf fertleri için de acı ve elemi iliklerimize kadar hissetmemiz ümmet olmanın gerektirdiği sorumluluklardan birdir. İşte İslam ümmetinin bu hali bizi ağlatmalı. İşte o zaman ümmet olduğumuzu hakkı ile ifade edebiliriz. Yoksa konuştuklarımız kuru bir laf kalabalığı olmuyor mu sizce de?
Belki bizi ağlatması gereken hallerin sonu gelmez ama bu yazının bir sonu olması gerekmektedir. İşte son olarak da bir davetçini gözleri ile alemi süzmeli ve bir de bu gözlerle ağlamalıyız. Evet gözümüzü gezdirdiğimiz zaman toplumumuzun son sürat günah bataklığına gittiğini temaşa etmek zor olmayacaktır. Bir davetçi olarak toplumumuzun hali içimizi sızlatmalı. Hatta öyle bir sızlatmalı ki gözlerimiz kendiliğinden yağmur olup yağmalı. Hidayetine vesile olmaya çalıştığımız bir gencin girdiği bir yanlış ondan önce bizim yüreğimize kor olmalı. Ve elimizi Rabb-i Rahim’e açtığımız zaman içten onun için öyle bir dua etmeliyiz ki duanın ihlası bizi ağlamaya mecbur etmeli. Üstad’ın tabiri ile “evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.” sözleri bizde bir ruh hali kazanmalı ki kardeşlerimizin girdiği her günah bizi hüzne gark etmeli. Bir de bakmışız o hüzün bizi bu duygusuzluk panayırından alıp hak için, halk için ağlayanlar otağına götürür. Evet bunun için de ayrı gözle ağlamalıyız. Aslında derdimiz o kadar çoktur ki iki göz içimizi hafifletmek için kâfi değil ama ne yapalım biz elimizdeki imkanlarla ağlayalım.
Yazımız bitirmeden son bir soru sormak istiyorum: Sahi gerçekten de erkek adam ağlar mı?