Saat gecenin yarısını birkaç dakika geçerken eve doğru yol alıyordu. Gideceği yere biraz daha erken ulaşmak için epey acele etmişti. Şehirlerarası Otobüs Terminaline vardığında en yakın saatli otobüse bilet kesmişti bile. Gecenin zifirisinde usul usul yol alırken, gittiği yerin evi olup olmadığı konusunda kuşkuya düşmüştü. Bundan emin değildi. Çünkü henüz bir evi yoktu. Ailesi, evi, memleketi epey uzaktaydı.
Kendi hayatına çizdiği istikamette devam edebilmek için çetin bir mücadeleye girişmişti. Mücadelenin zorluğu ve riskleri karşısında sinip, geri adım atmamıştı. Nihayetinde aldığı kararların sancısını yaşıyordu. Fakat bundan dolayı ne bir pişmanlık duyuyordu ne de bir acı hissediyordu. İnandığı istikamette emin adımlarla yürürken yaşadığı sıkıntılardan dolayı büyük bir keyif aldığı bile söylenebilirdi.
İnsanlardan tek beklentisi onu anlamaları ve onun aldığı kararlara saygı duymalarıydı. Fakat öyle olmadı. En yakınlarının dahi şiddetli muhalefeti ile karşı karşıya kalmıştı. Onların sarf ettiği cümleler, takındığı tavırlar yüreğinde koca bir boşluğun oluşmasına neden olmuştu. Bu boşluk, onu derin acılara, sonu gelmez kederlere ve içini yiyip bitiren elemlere sürüklemişti.
Bir an duraksadı, yaşadığı duygularının sebebini anlamaya çalıştı. Bu yoğun duygu atmosferinin, yaptığı yolculukla bir ilgisinin olup olmadığı hakkında düşündü. Yolculuğun insanı duygusal bir atmosfere sürüklediğini okumuştu bir keresinde. Yaşadığı duyguların sebebi hakkında kuşkuya düşmüştü, emin değildi. Bir şeyden emindi; yaşadığı ruh hali, yüreğinin derinliklerinden gelen karşı konulamaz bir hüzün ummanının eseriydi.
Aslında çok güzel bir gün geçirmişti. Duygusal değil, neşeli, hayat dolu olması gerekiyordu. Yolunda giden bir takım güzellikler de vardı. Fakat bunların, içindeki boşluğu yok edebilecek, doldurabilecek bir durum olmadığını fark etti. Aslında bu düşüncelere daldığı dakikaya kadar kendisini kandırmak için epey çaba harcamış ve kendisine söylediği yalanlara inanmıştı. Durumun böyle olmadığını çok zaman sonra anladı.
Sevgileriyle, dostlukları ile rızıklandırıldığı nice güzel insanlar vardı hayatında. Yolu beraber yürüdüğü yoldaşlarının samimiyetleri ve sevgileri Allah’ın lütfettiği bir nimetti ve buna çokça şükrediyordu. Fakat yine de eksik ve tamamlanmamış hissediyordu kendisini.
Özellikle son günlerde bunca kalabalığın içinde kendisini yalnız ve kimsesiz hissediyordu. Dostlarının bu düşüncelerini öğrendikleri takdirde kendisine epey kızacaklarını düşünüyordu ama bu, hakikati asla değiştiremeyecekti. Etrafı bu kadar kalabalık iken yaşadığı bu duyguları kendisine de açıklayamıyordu. Açıklamaktan çekiniyordu belki de. Nasıl yapacağını, nereye, kime gideceğini bilmiyordu. Kendisini kaybolmuş gibi hissediyordu. Ucu bucağı görünmeyen bir çölde, biçare bir halde feryat ederek su arayan bir bedeviydi o. Bu ıssız çölde bir serap olsun görmeye razıydı…
Duygularını bile yaşantısına yansıtmaktan bu kadar uzak bir insan olduğu için samimiyetsiz olarak nitelendirileceğini düşündü. Yine de dostlarının kendisi hakkında samimi bir insan olduğu yönünde kanaatlerinin olduğunu biliyordu.
Gecenin zifiri karanlığını bir baykuşun gözlerini andıran farlarıyla yaran otobüsün, varmak istediği hedefe yaklaştığını hissediyordu. Bir an menzile yaklaşmak üzere olduğu düşüncesine kapılacak gibi oldu. Fakat daha sonra bu düşüncesinden vazgeçti. O’nun menzili bu dünyada varacağı bir durak değildi. Biraz sonra eve varmış olacaktı, hepsi bu sadece.
Yolculukta kendisine eşlik eden gam ve hüzün ummanına dalmamış olmayı diledi bir an. Annesinin rahmindeyken öğrendiği kulaçları çoktan unutmuştu zira ve bu umman, anne şefkatinden yoksun ve hırçındı. Bu umman, uçsuz bucaksız bir ummandı. Akıntıya kapıldığı takdirde sığınacağı ıssız bir adası da yoktu. Gam ve keder onu yutup, bitirecekti. Bu yüzden bu duyguları yaşamak istemiyordu. Fakat yaşadığı duygular, bu yolculuğa has duygular değildi. Bunu son zamanlarda epey hissediyor ve yaşıyordu. Bu ruh halinden kurtulmak, en büyük dileğiydi. Çünkü bu duyguların daha da yoğunlaşması, içinde bir şeylerin ölümü ve başka şeylerin hayat bulması anlamına geleceğini çok iyi biliyordu.
Bu duyguların ruhunu kemirdiğini de biliyordu. Bu ummanda daha fazla oyalanması, ruhunun ölmesi anlamına gelecekti. Fakat O, ruhunun ölmesini istemiyordu. Ruhunu kaybettiği takdirde kendisinin, kemiklerinin üzerinin et ve deriyle kaplı olan bir beşere dönüşeceğinin farkındaydı. Etten ve kemikten yapılanlar için beşer deniyordu. O, bundan çok daha fazlasıydı. O’nu köklü bir ardıç kılan, ruhuydu.
Bir an otobüste olmamayı, bir lunaparkta olmayı diledi. Herkes çığlık çığlığa eğlenirken, O, “Ruhumu kemirmekten vazgeçin, ruhuma kastetmeyi bırakın artık ey insanlar!” diye avaz avaz bağırabilirdi. Kimseler de duymazdı onu. Etrafta çocukları eğlendirmeyi vazife edinmiş palyaçolar ve kendinden geçercesine eğlenen yığınlar, onun da eğlendiğini düşünecekti. Hiç kimse oralı olmayacaktı. Yine kalabalıklar arasında yalnız kalacaktı. Deli damgası yiyecekti belki de. Fakat bu umurunda bile değildi. Zaten bütün çabası bunca akıllının arasında deli kalabilmek içindi.
Simsiyah camlardan dışarıyı seyrettiğini düşünürken, bir anda camdaki yansımasıyla göz göze geldi. Dışarıyı değil, içini seyrettiğini fark etti. Zaten “herkes içine baksın” değil miydi? O da öyle yapıyordu.
O, bu düşünceler içerisine dalıp gitmişken muavinin sesiyle irkildi ve kendine geldi; “Yolculuğumuz sona ermiştir, geçmiş olsun! Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.”
O’nun için biten hiçbir şey yoktu, her şey sürekli yeniden başlıyordu ve bir türlü bitmiyordu.
Söz&Kalem - Hamdullah Er