İçine sığabildiği kadar nefes doldurup burun deliklerinden yavaş yavaş dışarı saldı. Gözlerini kısarak devasa yapıya bakarken dudaklarının kenarında gurur dolu bir gülümseme oluştu. Gerçek bir efsanenin, kaç asırlık bir rüyanın tam karşısındaydı. Burası küçüklüğünden beri hikâyelerini duyduğu bir cennetti.
Evet, gerçek bir efsaneye artık sahip olmanın gururunu yaşıyor, bütün Hıristiyan âlemine de bu gururu yaşatıyordu. Kaç asırlık bir hasreti sona erdirmek ona nasip olmuştu. Arapların deyimiyle “galip” olmuştu. Onun olağanüstü çabaları, kralla beraber zekice yürüttükleri siyaset sayesinde artık Gırnata onlarındı. Kral Gırnata’nın alınmasından sonra onu ödüllendireceğini vadetmişti. Çünkü bu zaferdeki başarısı tartışılmazdı. 6 aylık kuşatma sonucunda halife şehri teslim etmişti. Kendisi ve eşrafı sürgün edilmiş, Müslümanlara can, mal ve namus güvenliği(!) teminatı verilmişti. Ayrıca dinlerini yaşamalarına(!) hiçbir şekilde karışılmayacağı taahhüt edilmişti. Zavallı halife ya inanmış(ki buna kargalar bile gülerdi çünkü diğer beldelerde Müslümanların başına gelenler en çok onun malumuydu) ya da inanmış gibi yaparak şehri terk etmişti. Olaylar nasıl gelişirse gelişsin, ona göre günün sonunda mağlubiyet Araplara, galibiyet haçlılara çok yakışmıştı. Atının yularını çektiği gibi hayvan ona verilen emre uydu.
İşte kızıl sarayın kapıları onlara sonuna kadar açılmıştı. Daha önce elçi olarak atının yularını tutup boyun bükerek (zillet içinde) girdiği efsane sarayın kapısından atının üzerinde buranın sahipleri olarak giriyordu. Bu haçın zaferi ve hilalin İspanya’dan tamamen silinişiydi…
Atı yavaş yavaş yürürken sarayın her yerini keyifle inceliyordu. Bugün sahip oldukları bu saray, Avrupa’da dilden dile dolaşan, güzelliği ve mimarisiyle seyyahları, elçileri büyüleyen El-Hamra sarayıydı…
Dinin, felsefenin, sanatın, mimari dehanın, müthiş bir emekle oluşturduğu devasa bir abide…
Dilini anlayana bu cansız duvarlar neler konuşmazdı ki! Hem de Kur’an’ın çağları aşan sesiyle…
Asırlara meydan okumasına rağmen, el değince kırılıp dökülecekmiş gibi yüksek bir zarafete sahip harikulade bir cennet…
Dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen taş ve mermerlere Kur’an ayetleri ve şiirlerin emekle, sabırla nakşedildiği Kasr-ul hamra…
Güneş ışıkları, su kanalları ve gölge oyunları ile gözlere muhteşem bir ziyafet sunarken, diğer yandan yeryüzünün karmaşasından uzak, sakin bir yaz gecesinin ışıl ışıl parıldayan göğünü andırıyordu.
Komutan sarayın içine girdiğinde, neredeyse her sütununda, kirişinde, kemerinde Arap harflerinden oluşan yazılar gözüne çarptıkça nefreti depreşti. Burnundan solumaya başladı. Hızlı hızlı nefes alıp verdi. Elçiler(adalet) salonuna girdiğinde ise soğuk soğuk terlemeye başladı. Buraya ilk defa elçi olarak girmişti ve halifenin önünde eğilmek zorunda kalmıştı. Nasıl küçük düşürücü bir andı. Hatırladıkça utanç duymuş, Müslümanlara kini bilenmişti.
Salonu inceledikçe çeşitli sanatlarla her yana kazınan Arapça yazıları görüyordu. Müslümanları hatırlatan bu işlemeler asabını bozsa da tuhaf bir şekilde ne yazıldığını da merak ediyordu.
Arkasından gelen tercümana sormak geçti aklından. Ama hemen vazgeçti. Ne yazıyorsa yazsın, önemli olan bu rüyanın gerçek olmasıydı ve İspanya’ya kimin hâkim olduğuydu…
- Komutanım Şeyh Hasan’ı getirdiler. Arkasını döndü. Yaşlı adamla göz göze geldi. Karşısında uzun beyaz sakallı, başında siyah sarık olan bir pir-i fani vardı. Kırışmış yüzü solgundu. Kibirle omuzlarını kaldırıp bakışlarıyla düşmanını küçümsedi. Tercümana döndü:
- Sorsana, bugün biz galip, Müslümanlar mağlup oldu mu? Bu kelimeyi özellikle seçmişti. Şeyhin yüzündeki keder tarif edilemezdi. İslam’ın izzetini düşünmese hıçkıra hıçkıra ağlayabilirdi. Sükûnetini korumaya çalıştı. Komutan daha da ileri gitti:
-Hani Müslümanlar hep kazanırdı. Hani Gırnata semaları sonsuza dek ezanla… Durdu. Şeyhe iyice yaklaştı ve heceledi: KİR-LE-NE-CEK-Tİ.
Tercüman çevirdikçe şeyhin kanı çekiliyor, ayakta zor duruyordu. Aylardır muhasara sebebiyle açlık, hastalık, çeşitli bela ve musibetlere dayanmışlardı. Fakat zillet içinde nasıl yaşayacaklardı? Bir Müslüman kendi başına gelen musibetlere dayanır da, İslam’a gelen musibetlere nasıl dayanabilirdi? Bu saatten sonra yaşamak ta ölmek te bir değil miydi? Şüphesiz birdi. Başını kaldırdı. Tercümanın gözlerine baktı:
-Komutanın hakkı var. Müslümanlar mağlup oldu. Fakat bilmediği bir şey var. Bu sarayın her köşesinde kimin galip olduğu yazıyor. Tercümanın çevirmesini bekledi. Komutan şeyhe daha da yaklaştı. Öyle ki onun öfkeyle soluk alıp-verişini duyuyordu. Dişlerini sıktı:
- Kimmiş? Şeyh başını iyice kaldırdı. Sükûnetle tane tane konuştu.
- Komutan Arapça bilmediği için, bu sarayın her tarafında “La ğalibe illallah” (Allah’tan başka galib yoktur) yazdığını okuyamadı sanırım. Tercümanın rengi uçtu. Geveledi.
- Şeyyy efendim… Komutan bakışlarını şeyhten ayırmadan bağırdı.
- Söylesene be adam… Yaşlı adamın üzüntüsünü dağıtan, cesaret veren, haçlı ordularının en acımasız kumandanının karşısında konuşturan şey neydi? İyice meraklanmıştı. Sesi korkunç bir tonda çıkıyordu.
- Konuşsana!… Ölmek mi istiyorsun geri zekâlı!… Eli kılıcının kabzasında bakışları şeyhteydi. Tercüman sesini iyice kısıp konuştu. Komutanın gözü gayri ihtiyari salonun kemer ve sütunlarına gitti. Hep merak ettiği bu yazıların anlamını bu şekilde öğrenmek kanına dokundu. Öfkeden deliye döndü. Kılıcını kınından hızla çekip kabzasıyla ihtiyarın yüzüne vurdu. Yere yığılan adamcağızın ağzından akan kan sakalını boyadı. Kırılmış dişlerine, kan dolu ağzına rağmen gülümsüyordu. Diğer yandan zilletin ağırlığını, yaralı yüreğinden kaldıran Allah’a hamd etti.
Komutan sarsılmış, morali çok bozulmuştu. Delice bir intikam hırsı bütün benliğini kuşatmıştı. Bu sarayı, şuan yerle bir etmek istiyordu. Fakat Kralın buna asla rıza göstermeyeceğine adı gibi emindi. Zira her kral böyle bir cennete sahip olmak isterdi. Bulunduğu salonu hızla terk etti. Ama kızıl sarayın her yerinde aynı yazılar vardı. Güçlükle nefes alıp veriyordu. Kendini dışarı attı. Atını bıraktığı avluya gelip bindi. Olanca hızıyla
El-Hamra’dan uzaklaştı.
MERYEM VAROL