Söz&Kalem-Amine Çalış
Adalet, devletin bekâsını sağlayan temel sütunlardan biridir. Özellikle İslam medeniyetinin şekillendirdiği yönetim anlayışlarında adalet, sadece hukuki bir kavram değil; aynı zamanda ilahi bir yükümlülük, toplumsal barışın ve Allah’ın rızasının teminatı olarak görülür. Osmanlı Devleti de bu anlayışı merkeze alarak yükselmiş ve yüzyıllar boyunca üç kıtada hüküm sürmüştür. Osmanlı tarihine adalet perspektifinden bakıldığında, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar “hakkın izinde adaleti ikame etme” gayretinin izleri açıkça görülmektedir. Bu doğrultuda Osmanlı’nın adalet anlayışı, uygulama mekanizmaları ve bu anlayışın tarihsel sürekliliği çarpıcı bir tablo sunar.
Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde adalet anlayışı, büyük ölçüde Selçuklu mirası ve İslam hukukuna dayanıyordu. Osman Gazi ve Orhan Gazi gibi ilk sultanlar, adaleti sadece bir yönetim aracı olarak değil, halkla aralarındaki ilahi bir bağın gereği olarak görmüşlerdir. Rivayetlere göre Osman Gazi, Şeyh Edebali’nin "Oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın" nasihatini şiar edinmiştir. Bu söz, Osmanlı yönetiminde halkın refahı ve adaletin merkezi önemi açısından bir felsefeye dönüşmüştür. Bu dönemde kadılar, yalnızca yargıç değil, aynı zamanda halkın hakemidir. Ulema sınıfı, şeri hukukun teminatı olurken, örfi hukukla birlikte dengeli bir sistem kurulmuştur. Bu sistem, adaletin hem dini hem de dünyevi boyutlarının dengeli bir biçimde hayata geçirilmesini sağlamıştır.
Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman dönemleri, Osmanlı'da adaletin en yüksek düzeyde kurumsallaştığı zamanlardır. Fatih, “Kanunname-i Âl-i Osman” ile hem merkezî idareyi düzenlemiş hem de örfi hukuku yazılı hale getirerek keyfiliği engellemiştir. Kanuni ise “Kanuni” unvanını, hazırlattığı kanunlar ve adaletli yönetimi sayesinde almıştır. Bu dönemde çıkarılan kanunnameler, toplumun her kesiminin haklarını koruyan ayrıntılı düzenlemeler içeriyordu. Divan-ı Hümayun, doğrudan padişahın huzurunda adaletin dağıtıldığı bir kurum olarak dikkat çeker. Padişahlar, “adalet günleri” düzenleyerek halkın doğrudan kendilerine ulaşmasına izin verir, haksızlıkların düzeltilmesini sağlarlardı. Ayrıca kadı-askerlik kurumu ile askeri ve sivil alanlarda yargı güvencesi sağlanmıştır.
Osmanlı’da adalet, sadece merkezde değil, taşrada da etkin biçimde uygulanmak zorundaydı. Bunun için Osmanlı’da kadı sistemi büyük önem taşımıştır. Her sancağın ve kazanın başında bir kadı bulunur, hem yargı işlerini yürütür hem de bazen idari görevler üstlenirdi. Kadılar, şeyhülislam tarafından atandığı için doğrudan merkezi otoriteye bağlıydı. Bu sayede yerel yöneticilerin keyfi uygulamalarına karşı halkın hakları korunabiliyordu. Kadıların görevleri arasında sadece dava görmek değil, aynı zamanda vakıf işlerini denetlemek, toplumun huzurunu sağlamak ve pazar denetimlerini yapmak gibi kamusal hizmetler de yer alırdı. Ayrıca halk, mahkemelerde haklarını savunabilir; Müslim ve gayrimüslim fark etmeksizin herkes kadının hükmüne tabiydi. Bu da Osmanlı’nın çok kültürlü yapısında adaletin evrenselliğini göstermektedir.
Osmanlı'da adalet sadece mahkemelerde dağıtılan bir hüküm değil, aynı zamanda toplumsal yapının her alanına sirayet eden bir ahlaki ilkedir. Bu anlayış doğrultusunda, devletin en önemli sosyal adalet mekanizması vakıf sistemi olmuştur. Zenginler ve yöneticiler tarafından kurulan vakıflar; eğitim, sağlık, yoksul yardımı, yol ve su gibi hizmetlerde bulunarak sosyal adaleti sağlamıştır. Kimsesizlerin doyurulması, dul kadınların korunması, esirlerin fidye ile kurtarılması, yolda kalmışların desteklenmesi gibi hizmetler vakıf sistemi ile gerçekleştirilmiş; böylece toplumda dayanışma ve hakkaniyet esasına dayalı bir düzen kurulmuştur. Bu da Osmanlı’da adaletin sadece hukuki değil, aynı zamanda sosyal bir sorumluluk olarak görüldüğünü gösterir.
19. yüzyılda Tanzimat ile başlayan modernleşme hareketleri, adalet anlayışını da etkilemiştir. 1839 Tanzimat Fermanı ile “herkesin mal, can ve namus güvenliği” teminat altına alınmış, 1856 Islahat Fermanı ile gayrimüslimlerin hakları genişletilmiştir. Nizamiye mahkemeleri kurularak şeri yargının yanında modern mahkemeler oluşturulmuş, ceza kanunları Avrupa hukukundan esinlenerek yeniden düzenlenmiştir. Bu süreçte adaletin evrensel ilkelerine yaklaşma çabası görülmekle birlikte, sistemde bazı ikilikler ortaya çıkmıştır. Şeri ve örfi hukuk yanında laik karakterli hukuk kurumlarının da oluşması, zamanla adaletin uygulanışında karmaşalara neden olmuştur. Ancak bu durum Osmanlı'nın “hakkın izinde adalet” çizgisinden sapma değil, değişen dünya koşullarına ayak uydurma çabası olarak değerlendirilmelidir.
Altı asırlık Osmanlı tarihine bakıldığında, bu uzun ömrün temel taşlarından birinin adalet olduğu açıkça görülür. “Devlet-i ebed müddet” ideali ancak “adalet mülkün temelidir” ilkesiyle yaşatılabilirdi. Osmanlı, adaleti yalnızca padişahın ya da devletin gücünü pekiştiren bir araç değil, halkın huzurunun, kul hakkının ve Allah’ın rızasının teminatı olarak görmüştür. Bugün bile Osmanlı kadılarının verdiği hükümler, mahkeme sicilleri ve vakıf defterleri, bu yüksek adalet ahlâkının belgeleri olarak karşımızda durmaktadır. Bu miras, modern hukuk anlayışıyla birlikte yeniden değerlendirilmeli; geçmişin adalet anlayışı, geleceğin adalet arayışına ışık tutmalıdır.
Bugün dünya, adaletin sarsıldığı, mazlumun sesinin bastırıldığı, hakikatin güç karşısında boyun eğdirildiği bir zamandan geçmektedir. Oysa Osmanlı, hakkı merkeze alarak adaleti yüzyıllar boyunca dimdik ayakta tutmuş, zalime karşı mazlumun sığınağı, kimsesize devlet olmuş bir medeniyetin adıdır. Bu adalet, ne sadece mahkeme taşında, ne de yalnızca saray fermanında kaldı; sokakta, pazarda, camide, çarşıda, en ücra köyde yaşayanın gönlünde yeşerdi. Unutulmamalıdır ki adalet, sadece kanunla değil, vicdanla; sadece emirle değil, imanla yükselir. İşte bu yüzden Osmanlı'nın adalet mirası, bizim için sadece geçmişin değil, geleceğin de pusulası olmalıdır. Zulmün karanlığını delen, hakkın nurudur; ve o nurla yürüyenler, tarihe değil, hakikate şahitlik eder.
Selam ve dua ile.
