Söz&Kalem Dergisi - Elif Yağar Aslan
Hayatın ve ölümün, kendisine itaat etmemiz ile değerli olunduğu Rabbimizin adıyla. Sireti ve sureti ile alemleri tezyin eden Peygamber efendimize, seçkin ve güzide ashabına ve mutahhar ehlibeytine de salat ve selam ederiz.
Her doğan güneş yepyeni bir günün habercisidir. Yeni işlerin, hayallerin, planların, sevinçlerin, hüzünlerin habercisidir. Gün, öyle veya böyle bitmekte ve ardı sıra bir daha tekrarlanmaktadır. İtikadımızca, kıyamet gününe kadar da öyle devam edecektir. Her geçen gün, dünya sahnesinde statüsü fark etmeksizin her sınıftan insanın ömründen tükenmektedir. Takvim yapraklarından eksilen her sayfanın, insan ömründen bir günü daha tükettiği, geride bıraktığı ve kabir kapısına bir adım daha yaklaştırdığı ibret alınası bir gerçekliktir.
Varlık sahasındaki her şey gibi hayatın da geçici olması ve bir o kadar da değerli geçmesi gerektiği bir hakikattir. Hayatın değeri kavramı, genellikle felsefede ve iktisatta ele alınır. Yani düşünsel/akli ile ekonomik anlamda değerlendirir. Felsefi anlamda şuur sahibi olmak bile hayatın değerli olması için yeterdir. Ekonomik anlamda ise, Aristo’nun “Homo Economicus’’ teorisinden ariflerin “bir lokma, bir hırk” ilkesi arasında kalan iki zıt uçurumun tamamını kapsamaktadır. Fakat bunların dışında kalan bazı değerler vardır ki, hayatı değerli yaşamanın künhünü oluşturmaktadır. Mesela, takva ve hayâ gibi…
Takva ve hayâ, birbirini bütünleyen iki eşit parça gibi tahayyül edilebilir. Takva, yalnızca Allah’tan korkmak ve Kendisinden sakınmak demek değildir. Aynı zamanda bir sorumluluk bilincidir. Peygamber efendimiz, “Nerede olursanız olun, Allah’a (c.c) karşı sorumluluk bilincinde olun”[1] diye buyurmuşlardır. Bu meyanda hayâ, insanın Rabbine karşı olan sorumluluğunu en güzel biçimde yerine getirmesidir. Nitekim başka bir hadisinde efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan sakınanlar, insanlardan da sakınır.” Yani takva, sorumluluk bilincini daima diri tutmak, hayâ ise bu bilince uygun yaşamak demektir.
Hayâ, insan için taşıdığı sorumluluk duygusunu en nazenin şekilde yerine getirmesidir. Evet, insan sorumludur. Özellikle de kendine karşı sorumludur. Tüm uzuvlarına karşı sorumludur. Rabbi tarafından kendisine bahşedilen tüm bedenine karşı sorumludur. İyiliği yaşamak ve yaymak ile sorumludur. Kötülükten sakınmak ve sakındırmakla ile sorumludur. İçerisinde yaşadığı toplum ile edep ve ahlak içerisinde iletişim kurması ile sorumludur. Bir bayan olarak, Rabbi tarafından kendi iyiliği ve hayrı için kendisine emredilen örtüsünü, giyim ve kuşamını İslam’a göre düzenlemekle sorumludur. Yani hayatının her alanında, hayâyı gözetmesi ile mükelleftir.
Bilinmelidir ki, hayatı değerli yaşamak demek, insanın her istediğinin gerçekleşmesi demek değildir. Seküler dünyanın hazına ve hızına göre yaşaması, hayatı değerli kılmaz. Aksine, insanın emrolunduğu gibi dosdoğru yaşamasının önüne bir set çeker. Çünkü bazen nefiste ki bir eğilim, bedenin tüm ulvi melekelerine hükmetmeye meyleder. Dahası, Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle, bazen şahsı muhteris, arzuyu nefsaniyesini fikir zanneder. Yani bazen arzu, fikir suretine bürünür. Fakat bu noktada hayâ devreye girer ve insanın ahlakını korur. Edebü’d Dünya ve’d Din isimli eserde geçtiği gibi, “Hayâdan mahrum olmuş insanı artık kötülükten alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak bir engel kalmaz; bu kişi dilediğini yapar, istediği gibi yaşar.”
Konumuzu, asr-ı saadet döneminden ibret alabileceğimiz bir örnek ile noktalayalım…
Esma bint-i Umeys'ten (r.a) rivayet edilir ki: Hz. Fatıma (r.a) hastalanınca, Esma'ya şöyle dedi: “Ben ölen kadınların görüntüsünden hiç hoşlanmıyorum. Üzerine bir giysi atıyorlar ve bu giysi onun vücut hatlarını belirginleştiriyor. Ben öldüğümde, vücudumu gizleyecek bir şey yapamaz mısın? Esma: "Ey Resulullah'ın kızı! Habeşistan'da iken gördüğüm bir şeyi sana göstereyim," dedi. Yaprakları soyulmuş yaş hurma çubuklarının getirilmesini istedi. Sonra getirilen bu çubukları düzeltti ve bunların üzerine bir örtü serdi. Hz. Fatıma dedi ki: “Ne güzel bir şey bu. Bunun içindeki ölünün kadın mı, erkek mi olduğu belli olmaz.” Akabinde kendisi için de öyle bir şey yapılmasını vasiyet etti ve Esma (r.a) aynısını Hz. Fatıma için de yaptı.
Evet, hayatı değerli, anlamlı ve muhtevalı kılan davranış biçimi hayâ duygusudur. Bu duyguyu, son nefese kadar taşımak ve ölümden sonrası için bile hayâyı hesaba katmak; imanın, iffetin ve güzel ahlakın en güzide tecellisidir. Yani Rabbimizin rızasına nail olacağımızın bir nişanesidir…
Rahman olan Allah, son nefesimize kadar hayatımızı değerli kılacak olan hayâ duygusundan bizleri ayırmasın.
[1] (Tirmizi, Birr, 55)