Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Yetiş
Esirgeyen ve bağışlayan, umudu yaratan, güneşi yeniden doğuran, almayınca almayan, ol deyince olduran Rabbin adıyla.
Zor günlerden geçiyoruz. Ölümlerin sayısına yetişemediğimiz, iliklerimize kadar acıyla yoğrulduğumuz, umudun gücü ve pes etmenin vahameti arasında mekik dokuyarak hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Binlerin ölümüyle yıkılmazken, enkazdan canlı çıkan depremzede bir çocuğun gülüşündeki ümit pırıltısıyla yeniden hayatın yaşanılabilirliğine inanıyor ve hayata devam etmenin gerekliliğine ikna ediliyoruz hayat tarafından. Demek ki olmuşlardan çıkarılacak dersler, yaşanılacak günler, görülecek hesaplar var. Yazgımızı yazan bunu kastediyor.
İhtirasların, kapitalist mücadelelerin, yaşamın çıplak mücadelesine katlanmaktan kaçıp onu plastik bir estetizmle harmanlayanların, temel değerleri yok sayanların, dini özümsemekten ve gökle kurulan bağdan kendini muaf tutanların, bilimi zahiri hayatın üstüne çıkaracak kadar kutsallaştıranların ve kul hakkıyla servet inşa edenlerin hasır altı ettiği durumların faturası ağır oldu. Fakat gözümüz yaşlı bile olsa yeniden inşa mecalimiz her zamankinden fazla olmalı.
Enkaz altında kalanlara eşlik etmek yine onlara haksızlık olur, çünkü kurtarılmayı bekliyorlar. Bir ses, bir nefes onları hayatta tutacakken, saatlerini enkaz altında kurtarılma umuduyla geçirirken, dış dünyada konfor içinde psikolojik bunalımın verdiği mecalsizlikle eylemsiz kalma durumumuz ne kadar vicdani…
Fiziksel enkazda kurtarılmayı bekleyenlerin duyduğu çığlık “KİMSE BENİ DUYUYOR MU?” iken gür bir dirençle “HAYDİ YENİDEN İNŞAYA!” diye seslenmeliyiz artık etrafa. Bilimin ışığıyla, kalbin yaratıcıya ve onun ilkelerine olan bağlılığıyla yeniden yol almak hiç bu kadar zaruri olmamıştı.
Nahl Suresi, 15. Ayette, “Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı.” diye buyuranın emr-i ilahisini görmezden gelerek, fay kuşağının ülkenin dört bir tarafından geçtiğini unutarak on beş, yirmi katlı binaların estetizmine mağlup olarak ya da liyakatsiz davranarak değil yaratıcıyı ve onun lütfettiği aklın elde ettiği bilimi pusula tayin ederek yeniden inşa demeliyiz. Suçluya ayıracağımız eforu, çözüme ve eylem gücüne ayırmalıyız. Cebimizden vermeyi, kimsesize el olmayı, üşüyene bir hırka almayı, acıkana soframızdan ayırmayı ahlak edinmeliyiz. Zira 13,5 milyon insanımız bu elim hadiseye maruz kaldı.
Gündem değiştikçe unutulacak ya da algısızlaşmamızı sağlayacak bir durum değil. Aynı coğrafyayı paylaşmamızdan ötürü yarın bizim başımıza gelebilecek bir durumun erken maruzları diye nitelemek gerekir ki yardımı ve empatiyi eksiltmeyelim. Yarın biz aynı durumda olsak neler bekleriz sorusuna vereceğimiz cevap onlara yaklaşımımızı belirlesin. Biz yıllardır aynı dinin aynı coğrafyanın kader ortaklarıyız. Fikrimiz, yaşam biçimimiz farklı olsa da aynı gemideyiz. Ötekileştirmeden, ideolojik tasniflerden kaçınarak, insana insan olduğundan ötürü yaklaşarak vicdani yaklaşımlarımıza istikrar kazandıralım.
İnsan büyük felaketleri çoğu kez kendisi yaşamadıkça idrak etmekte zorlanan bir varlıktır. Başkasının acısına gerçek anlamda ortak olmak da çoğu kez kolay değildir. Birkaç günlük hassasiyetlerle olayın şokunu atlatmaya çalışır, akabinde rutinine dönerek unutmaya yüz tutar. Lakin büyük felaketlerden ders çıkarabilmek çoğu kez ona maruz kalmaktan daha önemlidir. Asıl tedbir, tecrübe etmeden felaketleri önleyebilme kabiliyeti geliştirmektir. Yaratıcının ısrarla akıl üzerine indirdiklerinden ve bizden öncekilerin hikayelerine Kuran-ı Kerim’de atıf yapmasından kasıt budur. Yani ders çıkarma yetimizin gelişmesidir. Yaşamadan yaşamış gibi yaşayanlarla dayanışma sağlamaktır. Az çok demeden, istihdamdan bir tas çorbaya, birkaç kalem yardımdan, bir miktar paraya, oyuncaktan manevi desteğe kısacası her anlamda, her halükârda yardım etme hassasiyetine ihtiyacımız var.
Enkazın imarına devlet, geride kalmışların manevi imdadına da millet yetişirse toparlarız. Dayanışmanın bu denli güzel portreler çizdiği, müslim ve gayrimüslim milletlerin dayanışma ruhunu diri tuttuğu ortamda, hele ki Ensar-Muhacir kardeşliği gibi tarihe altın harflerle yazılmış bir kardeşlik destanına sahip olduğumuz bir durumda sarılmayacak yara, aşılmayacak tümsek olmayacaktır. Güzel peygamberimizin kardeşlik uğruna sarf ettiği söylemleri unutmadan, bilimsel çıkarım ve disiplinleri yok saymadan, çözüm aramaktan gocunmadan bir şeyler yaptığımız müddetçe takatimizi yitirmeyiz. Yıkıldıkça yeniden inşa ederiz, usanmadan düştükçe kalkmayı ve gücümüz ayakta olmaktan değil yeniden deneyebilme kudretinden aldığımızı öğreniriz.
Hayat kısa, sadece birkaç saniyede en sevdiklerimizi kaybedebiliriz, yıllarca hummalı çabalarla biriktirdiklerimizi sadece birkaç saniyede toza dönüştüğüne şahitlik edebiliriz. Kırgınlıklarımız, telafisi zor pişmanlıklara sadece birkaç saniyede dönüşebilir. Yaşamın kıymetini anlamamız gerekiyor. Deprem sevmemiz gerektiğini, sevdiklerimize sarılmamızın bir an itibariyle imkânsız hale gelebileceğini ve affetmemiz gerektiğini canımızdan can alarak hatırlattı.
İhmal etmeyelim, sevelim, sarılalım, affedelim, ertelemeyelim, ‘iyi ki’lerimizi çoğaltalım olur mu?