Söz&Kalem Dergisi - Hanım İlayda Çelik
Yaratılan, yaratanın varlığına delaleti sebebiyle kıymetlidir. Yaratıcının insanlar arasındaki temel farklılık ve değişkenlik olarak kabul ettiği yegane şey ise takvadır. Allah, Hz. Adem’i toprak üzere yaratmıştır, pekala eşini de aynı maddeden yaratmaya kadirdir. İnsanlar bu bağlamda kadın-erkek olarak değil, takva boyutlarına göre ayrılırlar. İnsanın bu ulvi konumu yaratıcısını tanıması ile ihkam olur ve güçlenir.
Öncelikle kavramların derinliğine inip devam etmekte fayda vardır.
Takva; sakınmak, korunmak, sorumluluk ve bilinç sahibi olmak demektir. Görüldüğü üzere kadına veya erkeğe değil insana özgü haller barındıran bir kavramdır. Mantıksal olarak bu doğrultuda ayrım yaparken kadın-erkek olarak değil, insan ve insan olmayan diğer canlılar olarak ayrım yapılır. Fakat günümüz modern çağında insanlar arasında ayrım çatışmasına gidilir. Cinsiyet, dil, renk, soy bağı gibi kesbi yönü olmayan konularda insanlar arasında ontolojik değer farkı biçilir. Bu durum bireylerde aşağılık kompleksi sorunu yaratır; kendini öz kimliğinden memnun olmayacak düşüncelere sevk ederek kendini ispat etmek uğruna son derece yorulmuş kadınlar ve kendini göstermekten vazgeçmiş, özellikle aile içi sorumluluklarında tembelleşmiş erkeklerin çoğalmasına sebep olur. Yaşanılanlar tam manasıyla bir hayy’dan kopma dönemidir.
Bu hadiseler sadece günümüzde olmamakla beraber asr-ı saadet döneminde hizmetleriyle tanınan sahabe hanım Ümmü Rafi Selma (r.a)’nın “Neden erkekler cihada gider ve biz kadınlar cihat etmeyiz? Keşke erkek olsaydık da Allah yolunda cihat etseydik” cümlesiyle tefekküre davet edilebilir. Allah yolunda cihat sadece erkeklerin katıldığı cihattan ibaret değildir. İbn Kayyum, kişinin düşmanına, şeytana ve nefsine karşı malı, canı, dili ve kalbiyle sergilediği her türlü mücadeleyi “cihad” ile ilişkilendirmiştir. Ne gariptir ki nefs ile mücadele etmek bir savaşta düşman ile mücadele etmekten müreccah görülüyor ve bu konuda Efendimiz (s.a.v) Tebük seferinden dönünce,”Hoş geldiniz! Küçük cihattan büyük cihada hoşgeldiniz.” buyurmuştur. Bunun üzerine sahabiler büyük cihadın ne olduğunu sorduklarında Efendimiz (s.a.v) ”Büyük cihad: nefsin heva ve hevesine karşı yapılan cihaddır.” buyurmuştur.(1)
Bu hadisinde Hz. Peygamber (s.a.v), en kalabalık ordu ile katıldığı Tebük seferini “küçük cihad” olarak tanımlarken; nefse karşı verilecek mücadeleyi ”büyük cihad” olarak nitelendirmektedir. Bu bağlamda görüyoruz ki cihat edebilmenin düsturu cinsiyetin değil, nefs ve hevanın farklılığı ve derecesi olmalıdır. Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v) seferlere kendi hanımlarını ve sahabe hanımları götürürken erkek ve hanımların develerini aynı köşelere yerleştirirdi. Hanımlar develerin üzerinde hevdeç içerisinde yolculuk ederlerdi. Bir seyahatte Enceşe adlı bir hizmetçi develeri hızlandırdığında efendimiz (s.a.v), hanımlar incinebilir düşüncesiyle, nahif bir teşbihte bulunarak; “ Yâ Enceşe! dikkat et, camlar kırılmasın!” diye buyurmuştur.(2)
Efendimiz, rabbimizin emrettiği gibi kadınlara öyle değer verir ki; onları incitmeden sever, sayar ve sakınır. Lakin erkeklerde hevdece koyma durumu yoktur. Buna binaen “biz neden öylece devenin üstünde gidiyoruz, hevdece girip kadınlar gibi güvenle yolculuk edemiyoruz?” gibi bir söylemde bulunan veya kadınlara verilen herhangi bir şeyi kendileri için isteyen erkekte görülmemiştir. Ne tevafuktur ki günümüzde de sadece kadınlar erkeklerin yaptığı eylemleri yapamadıkları için yakınırlar. Bu duruma belki gıpta denir, belki de kıskançlık. Erkeklerde olmamasının sebebi de böylece aşikâr olur. Çünkü bu duygular büyük oranda kadın fıtratıyla özdeşleşir. Bu olgu Kur’an’da da böyledir, bilimde de.
Tüm bu bilgiye rağmen kadın ve erkeklerin birbirini gerek biyolojik gerekse kişilik yönünden kutuplaştırması, hor görmesi ve eşitlemeye çalışması bütün eşitliği bozarak insani ilişkileri bir kapışma ve çatışmaya dönüştürür. Bu çatışma aile içi sorunları da beraberinde getirir. Çünkü kadın ve erkek birbirlerine meyyaldir. Aile kavramının temelini atan sadece kadın veya sadece erkek değil, kadın ve erkeğe atfedilen fıtri uhdelerdir. Kavram manasına göre yaşanmadığı sürece aile bütünlüğü bozulur ve bu bir toplumun yok olmasına ön ayak olan birincil sebeptir.
Allah tüm yaratılmışlarla bir hukuk kurar ve onları fıtratlarına uygun davranmaya sevk eder. Lafzatullah’tan sonra Kur’an’da Cenab-ı Hakkı anlatan esmalarda çokça geçen “Rab” ismi bu ittihadı sunar. Bundan dolayıdır ki Kur’an’da kişiyi cinsiyeti sebebiyle övme veya yerme gibi durumlara yer verilmez. Fakat ahir zaman adıyla andığımız 21.Yüzyıl toplumunda bu süreç, Kur’an istikametinden ters yöne ilerler. Bu ilerleme özünde bir gerilemedir. Şeytan önce insanı yanlışa sokar, daha sonra sürüklediği yanlışı hayatına ipotek suretiyle yerleştirir. Artık fıtrat üzere yaşamak yobazlık kelimesine mana olur, toplumun inşa ettiği alışkanlıklar üzerinden insanlar kendilerine zulmetmeyi medeniyet olarak tanımlarlar.
Bu aykırı tutuma da yalnızca kendileri inanırlar. Cahiliye dönemiyle özdeşleşmeyi kendilerine mübah kılarlar. Kur’an’a yalandan delil arar, inkar ederler. Oysa farkında olmadan Kur’an ayetlerine delil olurlar. Bu olgu da Lut kavminden süregelir.
Çıkarım doğrultusunda, Müslümanın Müslümana tecdidi şarttır. Müslüman müceddit olandır. Temsil ederek tebliğ edendir; “Allah’a savaş açan değil Allah için savaşandır.”(3)
Kaynak:
1)Beyhaki, ez-Zühd, Beyrut, 1996, 1/165; Hatip Bağdadî, Tarihu’l Bağdad, 3/523-524; Zehebî, Siyer-ü Alamü'n Nübela, 56/324; Keşfu’l-Hafa, 1/511.
2)Buhari, Edeb, 95; Ahmed, III, 117
3)Bakara Suresi/16, Nisa Suresi/74