Yeryüzüne kesafet yağan soğuk bir kış gecesiydi. Bir atlı şehrin dışından soluksuz geldi. Çarşı kapanmış, herkes evine dağılmış, şehrin nöbetçileri uyuklamaya başlamıştı. Meskûn mahallerde ışıklar sönmüş, ölüm uykusuna yatmıştı bütün bir âlem.
Geldi ve mescidin önünde durdu. Atından indi ve kapı önünde hararetle tartışan kişilere kendisini beklemekte olan zatın bu saatte dergâhta olup olmadığını sordu. Birkaç dedikodu, birkaç homurtu sonrasında yer tarif edilmiş, atına atladığı gibi dergâhın yolunu tutmuş idi.
Fazlullah, dergâha gelince atını bağladı, içeri başı önde girdi. Rüzgârdan sarığının ucu yüzüne düşmüştü. Köşeye çekildi. Abdest alıp cübbesine çekidüzen verdi. Bir yıldır evinden, şehrinden ve üstadından uzaktaydı. Yorgun ve pejmürdeydi Fazlullah. Edep ile girdi huzura. Kendisini bekleyen zatın karşısına oturdu.
Karşısında siyah sakalı, siyah cübbesiyle, kahverengi tacı ile duran üstadın yüzüne baktı.
“Bir yıl sonra yeniden size geldim Efendim, hakikat için bu cesetten üryan olmaya, aşk ile sine püryan olmaya geldim, Size geldim, yeniden olmaya geldim…”
Dergâhın duvarlarında yankılanan derin bir “Hu” sesi ile kaldırdı başını üstad. Gülümsedi ve gözlerinin içine baktı.
“Hoş geldin Fazlullah. Bu kapıya her gelen bilmek ister, bulmak ister, olmak ister. Olmak için hala kuvvetin ve de cesaretin var mıdır? Hayat diyerek iki omuzunda taşıdığın nefsini sigaya çekip, beden deyu bizim hırkamızı giyebilir misin genç adam? İmtihanların ağırlaşmasına, dünyanın sataşmasına, hayatın acılaşmasına tahammül edebilir misin? Yeniden hayat bulmak için ölüm adlı şerbeti yeniden içebilir misin?
Fazlullah istekli ve de kararlı idi. “Pahası ne olur ise ben bu meşrebe talibim Efendim.” dedi
Üstad, posttan kalktı. Kapıya doğru gitti. Kahverengi meşe kapıya iki defa vurdu. Sonra dönüp posta oturdu. Akabinde kapı müsaade ile açıldı. İki genç derviş ellerinde birer tepsiyle kapıdan girdi. Tepsinin birinde bakır bir maşrapa vardı. Misafire su ikram edildi. Ardından gelen derviş ise sıcak bir tas çorbayı Fazlullah’ın önüne koyup çekildi. Üçüncü derviş içeri girdi ardından. Elinde bir tepsi ve tepside ateşten karardığını düşündüğü bir kap var idi.
Kap usulca üstadın önüne konuldu. Üstad etrafındaki her şeyi unuturcasına kaba bakıyor, gözlerini bir an bile ayırmıyordu. Fazlullah derin merak içinde üstada göz ucuyla bakıyordu. Üstad sağ eliyle Fazlullah’a yaklaşmasını işaret etti. Fazlullah yaklaştı, yaklaştı. Şimdi siyah kabın tam önündeydi. Üstad ona gözlerini kapatmasını söyledi. Fazlullah sessizce gözlerini yumdu.
Üstad, Fazlullah’ın elinden tutup kabın içine daldırdı. Su soğuktu. İçi ürperdi Fazlulah’ın. Biraz sonra üstad, elini çekip kabın içinden çıkardı. Parmakları suyun soğukluğundan uyuşmuştu. Sonra gözlerini açmasını söyledi. Gözlerini açtı yavaşça, önce üstad ile göz göze geldi. Göz bebeklerinin içinde sanki dünyayı taşıyor gibiydi. Kuvvetli bakışların etkisinden kurtulmak için başını öne eğdi. Tam o esnada kabın içinde, suyun üstünde kendi aksini görüverdi.
İşte her şey o an başlayıverdi. Tavan gökyüzüne çekildi, dört duvar kalktı etraftan. Kıyama kalktı tüm cemadat, fırtınalar sardı her yeri. Şiddetli uğultular ile gürlüyordu tüm âlem. Fazlullah bu dengine rastlanmamış kıyamet karşısında dehşet içinde idi.
Her şeyin duraksaması, bu dehşetengiz sahnenin son bulması niyetiyle gözlerini tekrar kapattı. Biraz bekledikten sonra yavaşça açtı. Ortalık durulmuşa benziyordu. Tam rahat bir nefes almaya yeltendiği esnada, birden karşısında kılıksız bir adam gördü. Saç ve sakalı azgın bir nehir gibi birbirine dolanmıştı. Gözleri şehla, dişleri altındı. Korkunç bir siması, fitnekâr bir hâli vardı. Sivri uzun dişleri kan kokusu almış bir köpek balığını andırıyordu.
Pis pis gülerek yaklaştı adam. Fazlullah, bu yakınlaşmadan rahatsız oldu. Adam öksürüklü kahkahalar eşliğinde burnunun dibine sokuldu. Fazlullah’ın omuzundan kavrayıp:
“Ah vefasız dostum, seninle burada karşılaştığım için çok üzgünüm. Ne işin var burada ve bu saatte?” diyerek pis pis sırıttı.
Fazlullah şaşkındı. Bu insan azmanını daha evvel hiç görmediğinden adı kadar emindi. Kimdi bu adam, onu nereden tanıyordu?
Fazlullah, “Kimsin sen, beni nereden tanıyorsun?” dedi.
Adamın kaşları çatıldı, “Bunun şimdi bir önemi yok. Sana arkanda kalanlardan kötü haberlerim var. Kardeşine bırakıp gittiğin kumaş dükkânı vardı ya pazar yerinde, o dükkân artık yok ve kardeşin Ahmet’te artık yok!
“Ne demek bu, ne anlatıyorsun be adam!” dedi Fazlullah, boğazı düğümlendi. Adam umursamadan,
“Sen gittin, hasımların türedi. Dükkânın yandı, kardeşin öldü, ev halkın perişan! Annen ve kızın açlıktan ölmek üzere. Ve bir yıldır kayıp olduğun halde kendi evinden önce buraya gelmen tuhaf ve saçma!”
Fazlullah ailesinin başına gelenleri duyunca panikledi, arkasını dönüp koşmak istedi. Tam bu esnada üstad, Fazlullah’ın arkasından gür bir eda ile seslendi, “O gördüğün; içinde taşıdığın, hakikat karşısında yaşadığın tereddüttür, ona inanma Fazlullah! Bu gördüğün çirkin suretten fasıkâne haberler peyda olmakta! Fasığın haberine itibar edilmez! Ona inanmak sadece aldanmaktır…”
Üstadın bu sözleri karşısında tereddüt adlı canavar büzüldü kendi içinde. İki derviş gelip girdi koluna. Uzaklaştırdılar onu Fazlullah’ın yanından.
Fazlullah, duraksadı soluk soluğa. Üstada dönüp sordu, “Üstadım, Pirim! Peki nedir bu anlatılanın aslı astarı? Aileme ben yok iken ne oldu? Ben ki ailemi önce Allah’a sonra size emanet ettim. Hakikati ayan edin, içimizden şu zalim şüphe kalksın!”
Tam o esnada genç bir derviş yaklaştı üstadın yanından:
“Gördüğün şey, sahte ihtimallerin kalbinde yeşeren tereddütleri. Annen bizim annemizdir, evladın da bizim evladımız. Gittiğin günden beri üstadın tavsiyesiyle ikisine de gözümüz gibi baktık. Kardeşin Ahmet ise hala sağ salim. Pazardaki iki hasmın senin gitmeni bekliyormuş Fazlullah. Nasır ile Azim adında iki kumaşçı, sen gidince kardeşinden mülkünü satmasını istemişler. Ahmet, “Ata yadigârıdır, satılmaz...” demiş. Onlar da birkaç başıbozuğun eline üç beş altın sayıp dükkânı yaktırmışlar. Neyse ki Ahmet, pahada ağır kumaşları önceki akşam yüklemiş de terzihaneye yollamış. Yangından sonra Ahmet araştırmış, soruşturmuş. Başıbozuklardan birini eski handa kıstırmış, korkuyu gören şehir eşkiyası tüm olanı biteni sarahatle anlatmış.
Ahmet bu vaziyet ile yumruk gibi çökmüş Nasır ile Azim’in boğazına. Pazar esnafı müsaade etmemiş ama. Araya girmişler. İki taraf bu pazarın esnafıdır. Hem iki başıbozuğun lafına mı inanılır; yoksa yirmi yıldır tezgâh tutan, muteber pazar esnafına mı? Fakat tüm eşraf meselenin aslını astarını bildiği hâlde pazarın huzuru kaçmasın deyu susmaktadır. Fakat bilesin ki kardeşin sağ ve selamettedir…”
Sonrasında üstad seslendi:
“Ne sen bizi unuttun, ne biz seni Fazlullah. Damla denizi unutmaz, deniz de damlayı. Sen bizdensin, biz de senden. Kalbinde Hakk’ı taşıyana vefa yaraşır. İnsan olana vefa yaraşır. Gitmez dedik gittin, gelmez dedik geldin. Biz emanetine vefa gösterdik, sen de dönülmez yollardan döndün bize vefa ettin…”
Fazlullah başını kaldırdı. Üstada göz ucuyla baktı. Gözlerinden yaşlar toprak zemine damlıyordu. Sustu, zira artık susmanın ve tükenmiş bir vedaya sevinç içinde ağlamanın vakti gelmişti.
Söz&Kalem - Orhan Özsoy