İstanbul’u yaşamak ve İstanbul’da yaşamak arasında gidip geliyorum. Kalbim, gözlerimle gördüğümü kabul etmek istemiyor. Çaresizce inkâr ediyor. Mümkünmüş gibi, mümkün olmasını istediği için algılarımla oynamaktan geri durmuyor.
Gözlerimin görmek istediği etrafında tek beyazın martı, tek mavinin deniz olduğu bir İstanbul değil. Gri ve siyahla bütünleşmiş bir siluet değil. Gökyüzünün “grilerle” kapandığı bir İstanbul değil. Kalbimde yaşattığım ve gözlerimle anlamlandırdığım İstanbul öyle çatışıyor ki; siyahın ve beyazın, elmanın ve armutun, karganın ve martının zıtlığı kadar belirginleşiyor. Farklı ama tek olan bu iki İstanbul öyle birbirlerine karışıyor ki hayal mi gerçek mi olduğunu çoğu zaman anlamlandıramıyorum.
İstanbul’un kalbi Fatih semtinde, son birkaç aydır rutin hale gelmiş bir şekilde, şehrin temposuna ayak uydurmaya çalışarak otobüste oturuyorum. Evet oturuyorum. Çünkü İstanbul’da otobüste oturmak bile bir ayrıcalıktır. Sultan Mehmet’in, fethin Fatih’i lakabını alma şerefine eriştiği bu semt; camiler ve medreseleriyle kişiye manevi bir haz bırakmaktadır. Fakat gözlerim, cami ve camilerin nişanesi olan minareleri ararken bir parça hüzünle aradığını bulamamışlığın verdiği kederle insan avlayan mağazalara takılıp gidiyor. Bu durumda anlamlandıracağım tek his çaresizlik oluyor.
Ne kadar oldu buraya geleli kestiremiyorum. Kaldığım sürece boyunca bildiğim tek şey var. O da alışamadım, alışamıyorum ve alışamayacağım bu rengârenk ışıkların, nefsi celbeden ve bir girdap gibi kendine çeken bu irili ufaklı mağazaların yarışlarını. Bir Müslüman olarak bu duruma alışmalı mıyım, boş mu vermeli miyim ya da hayatı ve koşulları kendi lehime mi çevirmeliyim?
Tüm bu durumda, zihnimin akıl oyunlarıyla insanları seyre duruyorum. İstanbul, sürekli hareketli ve seküler bir durum haline gelmiş makineler şehri. İnsanlar her sabah hayatlarını dünya için feda edip bu koşturmacanın birer yarışmacısı haline geliyor. Acaba bu gidiş nereye… Kalabalıklar arasında kaybolduğum İstanbul için dünya’nın esiri miydik?
Ama şunu da fark ediyordum; çaresizce “İnsanları yargıladığım duruma düşmekten, dünyaya takılıp durmaktan, oyalanmaktan nasıl kurtaracağım kendimi? Eğer bu otobüsün içinde ve bu insanların arasındaysam bu koşuşturmacanın içinde ben de vardım. O zaman dünya bir koşuşturmacadan ibaret miydi ve ben bu koşuşturmacanın neresindeydim?” İnsan soru sora sora öğrenmez miydi zaten? Dünya’ya geldiğimizden beri soru sorarak kavramamış mıydık birçok şeyi? Zihnimdeki soruların cevabı için kapıları aralamıştım. İnsanı bu döngüden kurtaracak tek şey niyetti, inançtı ve doğru bir hedef için çabalamaktı.
Galata, bu hisler çıkmazında kıvrandığımı görür gibi el sallıyordu. İstanbul’un betonlu tepelerinin ve vapurlu denizin ardından. Ben sadece birkaç aydır buradaydım ama o asırlardır İstanbul’un en canlı tanığıydı. Duvarlarının taşıdığı o kadar çok anı vardı ki onca depreme karşı ayakta kalışını; taşıdıklarının ağırlığına bağlıyordum. Galata’yı, Kız Kulesini ve camileri dost edinmiştim.
Ümitsizlikler arasında bocaladığımda; uzaktan el sallayan Galata’yı, boşluğun ortasında hissettiğim Kız Kulesini ve her dağılmamda/parçalanışımda Fatih’in camilerini hatırlayacağım. Onlar tesellihanem olacaklardı.
Buradan ayrıldığımda, anılarımı cebimde taşıyabileceğim, özlemini duyabileceğim dostlarımdı onlar. İstanbul’un bana en büyük armağanıydı. Eminönü’nde, Fatih’te, betondan binaların arasında yürürken bile birden dalga seslerini işitmemi ve martıları gördüğümde yüzümde oluşan tebessümü, kalbimdeki heyecanı nasıl anlatayım? Martılar inatla gökyüzünde süzülürken, insanlara gökyüzüne bakmayı hatırlatırken, gökyüzünün ve martıların varlığı için Rabb’ime şükredişlerimi nasıl anlatayım? Martılar ve dalga sesleri bana İstanbul’da olduğumu hatırlatıyordu. Tarifsiz bir sevince dalıyordum. Özlemlerimin arasında bir dost kadar sıcak ve samimi teselli edebiliyorlardı beni. Ve martılar ve dalga sesleri bana İslambol’da olduğumu hatırlatıyorlardı. Yüreğime umut aşısı oluyorlar, huzurun melodisini fısıldıyorlardı.
Söz&Kalem - Makbule GÜNER