Söz&Kalem Dergisi - Mustafa Gözel
Yöntemleri, tarzları, tarihsel ve mekânsal şartları farklı olsa da, savaşlar insanlığın vazgeçilmez bir durumu olmuştur. Yine savaşların vazgeçilmez durumlarından biri de, cephelerde ön saflarda savaşanların ekonomik, siyasi güç, soy-sop açısından fakir kimselerden oluşması ve savaşları başlatanların da toplumda belli bir konum ve siyasi bir iktidar elde etmiş kimselerin olmasıdır. Savaşları başlatan bu kesim, savaş sonrası elde edilecek olan zaferi ve ganimetleri kendi arzuları veya ideolojilerine için kullanırlar.
Bakara suresinde bahse konu olan bu kıssada da durum pek farksız değildir.
İsrailoğulları, Hz.Musa ile birlikte Mısır'dan çıktıktan sonra uzun yıllar boyunca Sina dağında kalmışlardır. Hz. Musa "Ey kavmim! Allah'ın, sizin için yazdığı, kutsal topraklara girin. Gerisin geri dönmeyin. Yoksa ters yüz olarak hüsrana uğrarsınız.’’ (Maide/21) dediğinde,
“Orada zorba bir toplum var ve onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Eğer onlar oradan çıkarlarsa o zaman biz gireriz" dediler. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız. dediler.” (Maide/24)
Allah'ın cihad emrine karşı gelmeleri, onların yıllarca Sina çölünde kalmalarına dolayısıyla büyük imparatorlukların saldırılarına maruz kalmaya sebebiyet verdi. Hz. Musa ve Hz. Harun'un vefatlarından sonra İsrailoğullarına bu iki Peygamberden geriye kalan eşyalarının içinde bulunduğu bir tabut miras olarak kalmıştı. Bu tabutun varlığıyla teselli buluyor ve her savaşta bunu önlerine koyarak motive oluyorlardı. Amalikalılar ile yaptıkları bir savaşta bu tabut karşı tarafın eline geçiyor. İsrailoğulları bu durumdan olabildiğince rahatsız oluyorlar. Peygamberlerine gelerek savaş izni istiyorlar. Hz. Musa'dan sonra israiloğullarının önde gelenlerinin, kendi peygamberlerine: “Bize hükümdar tayin et ki, Allah yolunda savaşalım!” (Bakara / 246) diye istekte bulunurlar.
Burada peygamberlerinden -Samuel (a.s.) olduğu rivayet ediliyor- kendisinin dışında bir hükümdar tayin etmesini istemeleri adab-ı terktir aslında. Çünkü bir toplumun içinde bir peygamber bulunuyorsa o peygamber savaş meydanında komutan, devlet kademelerinde yönetici, din işlerinde dini liderdir. Fakat İsrailoğulları kendilerine gönderilen peygamberlerine karşı hep bir güvensizlik içerisinde olduklarından dolayı peygamberlerinin savaş ve devlet işlerindeki tecrübesine güvenmemişlerdir. Adeta "Ey peygamber sen dini işler ile ilgilen, vaazını ver. Savaş ve idare konularına karışma onu bizden birine tahsis et" demişlerdir.
Peygamberin onlara verdiği tepki manidardır; “Ya size savaş farz olur da, savaşmazsanız?" diye sordu. (Bakara/246) Peygamberin burada göstermiş olduğu reaksiyon, tarihsel bir tecrübenin birikimidir. Daha önce Musa peygamberin cihad emrine karşı gelerek "Ey Musa sen ve Rabbin gidip savaşın" demeleri bunun en bariz örneğidir. Peygamber burada savaşın farz kılınıp da savaşmamaları durumunda Allah'tan gelebilecek bir azaba karşı onları uyarıyor.
Onlar: "Yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olan bizler niçin Allah yolunda savaşmayalım ki?" demişlerdi. (Bakara/246) Buradan anlaşıldığı üzere çocukları ya esir alınmış ya da katledilmişler. Fakat ne zaman ki onların üzerine savaş farz kılındı, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, zalimleri çok iyi bilmektedir. (Bakara/246)
Başta savaş çığırtkanlığı yapanlar olmak üzere kavmin içerisinde 80 bin kişi hariç Allah’ın (c.c.) savaş emrinden yüz çevirdiler. Savaş çığırtkanlığı yapanlar, savaşın çıkmasını isterler fakat savaşın kendilerine dokunmasını istemezler. Savaş sonrası elde edilen zaferi de kendilerine mal ederler. Ayet-i kerimede geçen "Allah zalimleri çok iyi bilmektedir." cümlesi cihaddan yüz çevirmenin zalimliğin belirtisi olduğunu gösterir. Yurtlarından çıkarılmış olmaları ve çocuklarının katledilmesi onların zalim olmasına engel teşkil etmez. Cihaddan yüz çevirmeleri onların zalimlerden yana olmalarını ve zulümlerinin artmasına yol açmıştır. Zulüm sadece zalim ile sınırlı değildir. Ortada bir zulüm varsa zulme sessiz kalan ve zulmün ortadan kalkması için bir çaba sarf etmeyen de en az zalim kadar suçludur.
Bu kıssa Medine'de nazil olmuştur. Medine'de Müslümanlar henüz belli bir güce ulaşmamışken kimi münafıklar savaş çığırtkanlığı yapıyorlardı. Allah Resulü (s.a.v)'den savaş izni istiyorlar ve Müslümanlar arasında bu isteklerini tekrarlıyorlardı. Fakat ne zaman ki savaş farz kılındı, işte bu savaşı isteyenlerden büyük bir kısmı yüz çevirdi geri kalanları da savaşın başındayken İslam ordusunu terk edip kaçmıştır. Aynı durumun gerçekleştiği kıssanın böyle bir ortamda nazil olması pek manidardır.
Kuran-ı Kerim'in ayetlerinde ince mesajlar olduğu gibi, onun nuzül sebebi ve nuzül tarihinde de pek çok mesajlar vardır. Mekke'de nazil olan kıssalar müşrik kavimlerin şirklerini ve akıbetlerini aktarır. Böylece Mekke'de yaşayan müşriklere, şirklerinin neticesinin helak olduğunu gösterir. Yine Medine'de nazil olan kıssalar tarihteki İsrailoğullarının yaptıkları zulümleri, peygamberlerine karşı işledikleri cürümleri ve akıbetlerini aktarır. Böylece Medine'de yaşayan Yahudilere zulümlerinin neticesinin ne olduğunu gösterir. Bu kıssanın da Medine'de nazil olması, oradaki münafık Yahudilere bir ültimatom niteliğindedir.
İsrailoğullarının hükümdar talebi, Allah (c.c.) katında kabül gördü ve "Peygamberleri “Allah, Talut’u size hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar: “Nerden bize hükümdar olabilir?” Biz iktidara daha layıkız, o zengin de değildir” dediler. (Bakara/247). Bu bakış açısına göre; hükümdar olacak olan kişinin evvela zengin olması, kabile ve aşiret gücünün sağlam olması, toplumda belli bir sosyal statüye ulaşmış olması gerekir. Bu şartları kendisinde barındırmayan bir kimsenin hükümdar olması söz konusu değildir. Peygamberler dedi ki: “Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize hükümdar seçti, onun (savaş konusundaki) bilgisini ve gücünü artırmıştır.” Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir. (Bakara/247)
Peygamber, bu seçimin öncelikle Allah (c.c.)'ın bir emri olduğunu vurgulamış daha sonra da savaş için hem bilgi hem de bedensel güç açısından Talut'un seçilmesinin daha uygun olduğunu belirtmiştir. Yani hükümdarın zengin olması veya sosyal konum olarak yüksek bir statüye sahip olmasının geçerli bir kriter olmadığını vurgulamıştır. Peygamberleri şöyle dedi: “Tâlût’un hükümdar olduğunun alâmeti, size meleklerin taşıdığı sandığın gelmesidir. “
Bu alamet üzerine nihayet Talut’un komutanlığını kabul ettiler. Talut, kendisine tabi olan 80.000 kişilik ordusuyla yola çıktığında onlara “Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Ondan bir avuçtan fazlasını içen benden değildir. Ondan bir avuçtan fazlasını tatmayan ise elbette bendendir.’’ Dedi.
Çölde uzun yol kat etmeleri onları epeyce yormuş ve susuzluktan bitap hale düşürmüştü. Burada Talut onlara çok su içmenin sağlık açısındaki zararlarından ziyade “bu sudan (bir avuç dolusu hariç) su içerseniz benden değilsiniz” demesi aslında kendisinin emrine itaat edilip edilmediğini test etmek içindir. Nitekim birazdan girecekleri bu büyük savaşta emirlerine karşı gelenleri ayıklaması gerekiyordu. ‘’Fakat pek azı dışında hepsi ondan içti.’’ (Bakara/249) Orduda bulunan 76.000 asker bu sudan kana kana içerek imtihanı kaybetmişlerdir. Dalakları iflas edip, savaşamayacak hale gelmişlerdir.
Geriye kalan 4.000 kişilik orduyla Calut ve ordusunun karşısına çıktıklarında “Bu gün bizim Câlût ve ordusuyla savaşacak gücümüz kalmadı” dediler. Calut’un 1000 kişilik heybetli ve ihtişamlı ordusu karşısında 313 kişi hariç savaşı bıraktılar. Bu, Resulullah (s.a.v.)’ın Bedir savaşında “bugün bizim sayımız Talut ordusunun sayısıyla eşittir” dediği sayıdır. Allah’ın huzuruna çıkacaklarını kesin olarak bilenler ise: “Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir’’ dediler. (Bakara/249)
Günümüzde kimi Müslümanlar da dahil olmak üzere insanlar güç ve kuvvetin maddiyatta, ekonomik güçte, teknolojik silahlarda olduğu kanaatindeler. Bu kısmen doğru olsa da aslında güç ve kuvvet tamamen bunlarla sınırlı bir durum değildir. Asıl başarı inanç, çaba, gayret ve nihayet Allah’tan yardım istemekle olur. Burada “Allah’ın izniyle” kaydının yer alması bütün başarıların yegane kaynağının Yüce Allah’ın iradesi olduğunu gösteriyor. Savaşmak üzere Câlût ve ordusuyla karşı karşıya geldikleri zaman da şöyle yalvardılar: “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlamlaştır ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!” (Bakara/250)
Savaşın şiddet boyutu o kadar artacak ki, böyle bir savaştan kaçmamaları için Allah’tan sabır vermesini değil, gökten üzerlerine sabır yağdırmasını istiyorlar. Her şart ve durumda karşılaşılan her zorlukta Allah’a kavuşmayı arzu edenlerin ortak özelliği, ellerinden gelen tüm çaba ve gayreti sarf ettikten sonra Allah’tan yardım dilemeleridir.
Kuran-ı Kerim’deki diğer kıssalara baktığımızda, nice az topluluğun kalabalık topluluklara galip geldiğini görürüz. Ebabil kuşlarının kendilerinden cüsse olarak büyük fillere karşı galip geldiğini, Nemrud’un şaşaalı saltanatına rağmen küçücük bir sineğin onu öldürmesi, Mekke’li müşriklerin kalabalık ordusuna karşı Bedir’de sayıca az olan Müslümanların onları mağlup etmesi bütün bunlara örnektir.
Nihâyet Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü… Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir. Yüce Allah (c.c.) devasa orduları yenmek istediğinde onların üzerlerine devasa ordular göndermez, tam aksine onlardan cüsse olarak küçük olan, sayıca az olan ordular gönderir. Bu da Allah’ın onların devasa görünen güçlerine ehemmiyet vermediğine işarettir.
Doğrusunu Allah bilir. Kalın sağlıcakla…