Söz&Kalem Dergisi - Sait Gündüz
Varlık âlemi birçok açıdan imtihanlar ile çevirilidir. Bu imtihanlarda, varlık mertebesinin adeta merkezinde yer edinen insanın etrafında gelişmektedir. İnsan ve imtihan ilişkisinin tüm gerçekliği ile farkına varan bazı büyük âlim, düşünür ve yazarlarımız bu dünyaya dar-ı imtihan / dar-ı mihnet / meydânı iptilâ gibi isimler vermişlerdir. Yaratılan her mahlûkatın zahiri ve batıni şehadeti ile dünya ve dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibaret değildir. Bir hikmet, ibret, anlam ve mana üzere dizayn edilmiştir. Bu hikmet ve ibretler çoğu kez kendini imtihan sahasında gösterir.
Bu açıdan imtihan kelimesinin kökeni de ilgi çekicidir. Arapça mḥn kökünden gelen imtiḥān إمتحان "zahmet çekme, meşaketa girmek, sınama (ibtilâ), deneme (ihtibâr)’’ gibi anlamlara gelmektedir. Aynı zamanda bu kelime mefhum olarak “Güçlük çekilen zahmetli olay ve olgular karşısında dayanışma ve yardımlaşma gerektiği’’ gibi manalara da denk gelmektedir.
Esas itibariyle görünüşte ürkütücü olan “imtihan’’ tabiri içerisinde birçok hayırlı ve hikmetli hususu barındırmaktadır. Kur’an’ın ifadesi ile hayır bildiğimiz şeylerde şer, şer bildiğimiz şeylerde de hayır olması apaçık bir gerçekliktir. Bundan anlaşılıyor ki bizim için neyin hayırlı olduğunu en iyi bilen Rabbimizdir. Bizler yalnızca cüz’i şekilde kısmi olarak zahiri olaylara vakıf olabiliriz. Bunda bile hataya düştüğümüzün örneği, hayatımızın birçok tecrübesi ile sabittir.
Özellikle Kur’an’i bir kavram olan “İmtihan’’ kelimesinin böyle çeşitli anlamlara geldiği gerçekten pek manidardır. Demek oluyor ki bizler, yaşanan her türlü imtihana sabr-ı cemil nazarı ile bakmalıyız. Fakat bununla birlikte bu imtihanların izalesi için sebepler dairesinde mücadele etmemiz de gerekmektedir. Çünkü ‘takdir’ ve ‘tedbir’, birbirinin tamamlayıcısıdır. Nitekim Peygamber efendimiz, “Tedbir gibi bir akıllılık yoktur’’ dedikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Tedbir almakta acizlik göstermeyin. Tedbire rağmen bir işe gücünüz yetmezse Hasbinallah ve nimel vekil, deyin’’ (Buhari)
İmtihanlar gerek bizim başımıza gelsin gerekse de başka bir kardeşimizin başına gelsin, ayrım gözetmeksizin dayanışma içinde olmamız gerekmektedir. Nitekim Allah Resulü, müminleri bir vücudun azalarına benzeterek şöyle buyurmuşlardır: "Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar."(Müslim, birr)
Kur’an’ı Kerim’de birçok peygamberin imtihan kıssaları anlatılır. Peygamberlerin hemen hepsi, bir vesileyle imtihan olunmuştur. Hatta çoğu birçok yönleri ile imtihan olmuştur. Aileleri, evlatları, içerisinde bulundukları toplumları hatta kendi canları ile dahi imtihan olunmuşlardır. Eyyüp (a.s)’ın hastalığı, Âdem (a.s)’ın evlatları, Yusuf (a.s)’ın kardeşleri, İbrahim (a.s)’ın babası, Lut (a.s)’ın eşi, Musa (a.s) ile Salih (a.s)’ın toplumu ve iki cihan efendimizin hemen hemen her anlamda imtihan edilmesi ve daha nicesi…
Rabbimiz hususi olarak bunları kitabında bize bildirmektedir. Nitekim insanlar arasındaki en hayırlı topluluk olan Nebilerin dahi başına hangi imtihanların geldiğini ve onların bu imtihanları ne şekilde karşıladıklarını bilmemizi istemektedir. Çünkü hiçbirisi bu imtihanlara karşı -haşa- isyan etmemiştir. Aksine imtihanlar kendilerini daha ziyade takvaya, sıdka, imana ve hayırlara sevk etmiştir. Zira sevk-i ilahiden hayırdan başka bir şey sudur etmediğine yakin ediyorlardı.
Peygamber efendimizin, henüz bir buçuk yaşında iken vefat eden oğlu İbrahim için gözlerinin yaşlar ile dolduğunu bilmekteyiz. Bu tabloya şahit olan Abdurrahman bin Avf, yaşanan hadiseye pek şaşırıp şöyle der: ‘’Ey Allah’ın Resulü, siz de mi ağlıyorsunuz?’’ Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Bu hâl, bir şefkat eseridir. Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Fakat biz yalnızca Rabbimizin razı olacağı sözler söyleriz.’’
Evet, nebevi metottan anlaşıldığı üzere, nurlu dinimiz yaşanan imtihan ve musibetlere karşı hiç yaşanmamış gibi davranılmasını da men etmektedir. Çünkü bu durum fıtratın merhamet ve vicdan gibi ilkelerine aykırıdır. Ancak her olayda olduğu gibi bunda da itidal yolunu benimsemeliyiz.
Rabbimiz, fıtratımızın derinliklerine sayısız güzel melekeler yerleştirmiştir. Hiç şüphesiz yardımlaşma ve dayanışmanın en asli ifadesi olan tesanüt ilkesi bunların başında gelmektedir. İnsan olmamız ve içerisinde bulunduğumuz toplumun bir parçası olmamız bu ilkenin ana temelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) İslam toplumunu, tuğlaları birbirini ayakta tutan bir binaya benzetir. Yani İslam toplumunun her ferdi birbiri ile ilişki içerisindedir. Kur’an’ı Kerim, bu ilkenin bireysel ve toplumsal tesisi için ahlaki ve psikolojik zemini hazır hale getirip (Bakara 2/220, Âl-i İmrân 3/103, Hucurât 49/10) doğrudan bir şekilde dayanışma (tesanüt) ve yardımlaşmanın (teavünün) en temel insani ve sosyal sorumluluk olduğunu beyan eder.
Toplumun bir parçası olarak bizlerde çevremizde yaşanan imtihanlara karşı tepkisiz kalamayız. Maddi-manevi, elimizden ne geliyorsa imkânlarımız nispetinde destek olmalıyız. Acıların paylaşıldıkça hafiflediği gerçeğini unutmamalıyız. Mevcut deprem imtihanı belki de bizim için bir kardeşlik sınavıdır. Nitekim yaralarının sarılması gereken birçok kardeşimiz vardır. Bu sorumluluk bilincini, tesanüt ilkesini gözeterek taşımalıyız.
Evet, ülke olarak bizlerde bir toplumun başına gelen en büyük imtihanlardan birisi olan depremi yaşadık. Acımız büyük, kaybımız elemlidir. Derdimizin farkında ve üzüntümüzün en derin hissiyatı içerisindeyiz. Fakat bizlere düşen, yaşanan hadiseleri imtihan dünyasının bir parçası olarak değerlendirmek, hikmet ve ibretinden nasipdar olmaya çalışmaktır. Bu imtihandaki en mühim görevimiz, imkânlarımız nispetinde depremzede kardeşlerimize maddi, manevi, sosyal, psikolojik vs. her türlü imkânımız ile destek olmak, yanlarında bulunduğumuzu hissettirmek kendilerine sabr-ı tavsiye etmektir.