Söz&Kalem Dergisi - Vedat Dal
“İnsan bazen yazın da üşür, hem de donarcasına.” sesi ile uyandı uykusundan. Rüya içeriğini hatırlamıyordu ama yaşlı bir kadının ağzından çıkan bu sözler kulağında çınlıyordu.
“İnsan nasıl yazın üşür ki, hem de donarcasına” dedi kendi kendine. Saatine baktı, sabah namazı vaktiydi. Abdestini alıp namazını kıldı. Sonrasında yatağına geçti. Gördüğü rüyayı düşüne düşüne uyuya kaldı.
Sabahın erken saatlerinde okul yolunu tuttu. Her zamanki durakta servisi beklemeye başladı. Saatine baktı servisin gelmesine daha 40 dakika vardı. Her zamanki gibi geç kalmasın diye erken kaldırmıştı onu annesi ama bu sefer fazla erkendi. Beklerken çevresinde olup bitenleri incelemeye başladı.
Gözü ilk olarak bankta oturan kadınla çocuğuna takıldı. Sonrasında hemen ilerdeki simit tezgâhında duran 60’lı yaşlardaki yüzü kederli ve solgun olan adama takıldı gözü. Her gün görmesine rağmen ilk defa dikkatini çekmişti adam. Aylardan Haziran, havalar sıcak ama yaşlı adam sımsıkı giyinmiş.
Şaşırdı!
“İyi de ne mevsim kış ne de bu kadar sıkı giyinmeyi gerektirecek soğuk bir hava var. Tam tersine güneş fazlasıyla yakıyor her yeri” diye söylendi kendi kendine.
“Neden” dedi kendince, “Neden bu kadar sıkı giyinme?” bir merak içine düştü. Yanına gidip sorsam mı diye düşündü. Sonra vazgeçti. Ama merakına yenilerek adama doğru gitti.
- Dayı bana bir simit versene, dedi.
Adam iki simidi gazeteye sarıp verdi.
- Dayı ben bir tane istemiştim, dedi.
-Adam, simit hiç yalnız yenilir mi? dedi.
Genç anlamadı ama sustu. Hemen merakını gidermek için: Dayı terlemiyor musun bu halde, sıcak değil mi? diye sordu.
- Adam, yok çok üşüyorum dedi
- Hasta mısın? dedi genç.
- Yok, sadece hastalar üşümez diye cevap verdi.
Ama… diye devam edecekti ki adam araya girdi “evlat insan bazen yazın sıcağında da üşür, hem de donarcasına”
Genç anlamadı ama “nasıl?” diye sormaya da çekindi. O yüzden sesini çıkarmadan uzaklaştı adamın yanından.
Sonrasında bu sözü bir yerden duyduğunu hatırladı… Rüya!
Evet, rüyasındaki cümlelerle aynı. Döndü arkasına baktı yaşlı amca bankta oturuyordu. Yanına gidip “birlikte simit yiyecek kimseyi bulamadım. Beraber yiyelim mi?” dedi.
Adam gülerek, tamam, tezgâhımın hemen yanında termostan iki çay doldur da gel dedi. Çay geldikten sonra yaşlı adam konuşmaya başladı.
-Merakına yenik düştün değil mi?
-Utanarak başını eğdi, evet ama dayı bu farklı bir şey. Ben “insan bazen yazın sıcağında da üşür, hem de donarcasına” sözünü rüyamda duymuştum. Benim rüyamı nerden biliyorsunuz? Siz olsaydınız siz de merak ederdiniz dedi.
-Adam gülümsedi, üyanı bilmiyorum ama bu sözü neden dediğimi bilmek ister misin? diye sordu.
Genç cevap karşısında heyecanlanıp “Ee ev evveeet” dedi.
- O zaman şimdi dinle beni. Ben 5 yıl önce eşim vefat edince bu şehre oğlumun yanına geldim. Normalde ilçeye bağlı bir köyde yaşıyordum. Bizim köy dağlıktır bu yüzden evlerin arasında baya mesafe vardır. Köy dağ başında olduğu kışı da çok soğuk geçerdi. Bu yüzden bizler soğuk havaya alışığız.
Köyümüzde cami vardı ancak köyün şehre uzak olması ve elektrik sıkıntısı da olduğundan köye kimse imam olarak gelmek istemezdi. Gelen imamlar pek durmaz bir şekilde köyden giderlerdi. Köy imamsız kalmıştı. Köye yeni atanan Hüseyin hoca gelene kadar.
Hüseyin hoca 25 yaşlarında yeni evlenmiş genç ve heyecanlı bir delikanlıydı. İlk görev yeri bizim köydü, o yüzden görevini iyi yapma konusunda çok heyecanlıydı. Birkaç ay içinde köy camisinde çok değişiklik yaptı. İlk olarak caminin içini ve dışını onarmakla başladı. Duvarları boyadı. İmam evi hurdalığa dönmüştü, onu eşiyle birlikte temizleyip onardılar.
Köy halkı şaşkınlık içindeydi çünkü herkes bu hoca da birkaç haftaya gider diyordu ama Hüseyin hoca gidecek gibi değildi. Kısa bir süre içinde köy halkı hem onu hem de eşini çok sevmişti. Cami ve evler arasında mesafe olduğu için pek kimse camiye gidip namaz kılmazdı. Hoca köydeki tüm evleri tek tek gezerek, camide cemaatle namaz kılmaya davet etti. Onun tatlı dili ve güzel ahlakı kısa sürede cami cemaatinin sayısını arttırdı. Erkek çocuklarına kendisi, kız çocuklarına da eşi Kur’an dersi vermeye başlamıştı. Evler uzak diye gelemeyen çocukları ise kendisi gidip alıyordu. Yatsı namazı sonrasında da mutlaka siyer veya hadis sohbeti yapardı. Eşi sayesinde İslami bir giyinişe bürünen birçok genç kız oldu. Bu gayretleri ve fedakarlıkları köye ayrı bir güzellik ve huzur getirmişti.
Hüseyin hoca, kendini Allah’ın davasına adamış, bunun için her fedakarlığı yapmaya hazır biriydi. Davasında ki bu fedakarlığı ve samimiyeti köyde kısa sürede olumlu sonuçlar almasına vesile olmuştu. Kur’an dersini sadece çocuklar değil gençler hatta benim gibi yaşını almış adamlar bile alıyordu. Köy imana susamıştı, Hüseyin hoca su olup köye hayat vermişti.
Köy halkı, Hüseyin hocanın sadece bizim köyde değil, uzak olmasına rağmen civar köylere giderek sohbet verdiğini duyunca şaşırmamıştı. Hatta hanım bana “Hüseyin hoca Çin’e gidip ders veriyor deseler inanırım çünkü o çok kararlı ve fedakâr biridir” diyerek takılırdı. Eşim Hüseyin hocayı ayrı bir severdi. Çünkü eşimin ayakları tutmuyordu. Yıllar önce felç geçirmişti. Hüseyin hoca eşini her akşam bize getirerek, Kur’an dersi vermesine olanak sağlıyordu. Hem ben hem de hanım onlar sayesinde yıllarca hasretini çektiğimiz Kur’an’ Kerim’i öğrenmiştik, bu tarifsizi bir şeydi bizim için.
Kış ayının gelmesi, köy halkında bir endişe oluşturmuştu. Yollar kardan dolayı buz tutacak, elektrik kesintileri yaşanacak camiye gidip gelmek güç olacaktı. Köylüler, “Hüseyin hoca da insan sonuçta o da pes eder” diyorlardı. Ancak düşünülen gibi olmamıştı. Hüseyin hoca cami cemaatiyle konuşup, camiye gelen yolları beraber açmışlardı. Kar yağarak yolları kapatıyordu, o da ısrarla tekrar açıyordu. Bazı çocukları sırtında taşıyarak eve bıraktığı bile oluyordu. Bu gayreti ve fedakarlığı herkesi kendisine hayran bırakmıştı. Zor şartlara rağmen civar köylere sohbet vermeye devam ediyordu. Hoca bari kışın bir yere gitme evinde otur diyenlere, “Peygamber Efendimiz (s.a.v) Allah’ın davasını yayarken hiçbir zorluğu kendine engel görmemişti. Bende onun ümmetinden biri olarak, O’nun mübarek yolundan gitmem gerek. Yaptığım şeyler fedakârlık değil, kul olarak vazifemdir” diye cevap veriyordu.
Soğuk ve karlı bir kış gecesinde Hüseyin hocanın evinde bir telaş vardı. Aylarca bekledikleri misafirleri dünyaya gelecekteki ancak bir şeyler ters gitmiş ve eşinin acilen hastaneye kaldırılması gerekiyordu. Aceleyle camiye en yakın olan köylünün arabasını aldı. Tüm ısrarlara rağmen “kimsenin hayatını tehlikeye atamam” diyerek eşini arabaya aldı ve kimseyi yanına almadan hastanenin yolunu tuttu. Köy yolları çok kötüydü. Yol uzundu ve yollar buzlanmıştı, bu yolda yolculuk yapmak çok tehlikeliydi. Köy halkının içi rahat değildi bu yolculuktan. Hüseyin hoca durumun aciliyetini biliyordu o yüzden yapabilecek başka bir şey yoktu. O gece herkesin yüreği ağzındaydı. Çoğu evin ışığı sabaha kadar açıktı. Bizde hanımla sabaha kadar dua ettik. Sabah erkenden herkes hocanın evinin önünde toplanmıştı. Hüseyin hocaya kimse ulaşamıyordu. Köyden iki araçla yola koyulduk. Köyün 25 km uzağında karşılaştığımız manzarayla donup kalmıştık. Hüseyin hocanın aracı yoldan çıkarak kaza yapmıştı. Aracın yanına gittiğimizde hocayla eşinin donmuş cansız bedenini gördük. Hocanın yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı. Hemen kabanlarımızı çıkarıp üzerlerini örtük.
Ocağın ayazında bize veda etmişti, kışımızı da içimizi de ısıtan fedakâr ve güzel insan… Hoca ve eşinin ölümü tüm köy halkını hatta çevre köylerde kalanları çok sarsmıştı. Özelikle eşimin üzerinde derin etki bırakmıştı. Sürekli olarak “Hüseyin hoca şu an cennette ailesiyle sımsıcak evlerde oturuyor. Beni de çağırıyor. Çok yoruldum bey, ben de gideceğim” diyordu. Öyle de oldu. Kazadan iki hafta sonra eşimi de kaybettim.
O kıştan sonra ne vücudum ısındı ne de yüreğim. Anlayacağın üşüyorum evlat, hem de donarcasına…