Vedat Dal | Söz&Kalem Dergisi
“Kişinin değeri, dert ettiği şey kadardır” derdi dedem. İlk başlarda anlam veremediğim bu cümleyi, zamanla daha iyi anlamaya başladım. Dertsiz insan olmadığı gibi dertli olmak kadar normal bir durum da yoktur. Asıl önemli olan, bir Müslüman olarak neyi ne kadar dert edindiğimizdir.
Dert kelimesi günümüz insanın en çok kullandığı kelimelerdendir. Hemen hemen herkesin günlük konuşmasında mutlaka dert ettiği ve dillendirmiş olduğu bir konu vardır. Bu durum olabildiğinde normaldir. Zira insan olmamız hasebiyle, günlük hayat koşuşturması içinde elbette ki bizi üzen ve istediğimiz gibi gitmeyen durumlar olur, olacaktır. Bu da bizim var olan durumları dert edinmemize sebebiyet vermektedir.
Peki, bir Müslüman olarak bizler neyi, ne kadar dert edinmeliyiz.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât-56) diye buyuran Rabbimizin, insanlara Allah’ın kulları olarak, Allah’ın davasını dert edinmemizi açıkça belirtmekteyken, bizler neyi dert ediniyoruz?
İslam tarihine bakıldığında, neyi dert edinmemiz gerektiği konusunda bize örneklik teşkil edip, yol gösterecek birçok şahsiyet bulunmaktadır. Bu şahsiyetler içinde biri var ki günümüz insanın dert edindiği şeylerin, aslında dert edinmeye değmediğini göstermekte güzel bir örnektir. Bu kişi, yaratılış gayesi ile gençlik hatta insanlık için güzel bir örnek olan Mus‘ab B. Umeyr’dir.
Peki, kimdir Mus’ab B. Umeyr?
Mus’ab, Mekke’nin zenginleri arasında yer alan ve putlara tapan bir ailede doğmuştur. O günün şartlarında lüks yaşam olarak görünen yeme, içme, giyim ve kuşamda her şeyi en üst düzeyde yaşamış biridir. Halk arasında yakışıklılığı ve güzel kokuları ile tanılırdı. Mekke sokaklarından geçtiğinde, insanların hayranlık taşıyan bakışları onun üzerinden eksik olmazmış. Gününü arkadaşlarıyla en iyi atlara binme ve eğlenmeyle geçiren Mus’ab, var olan yaşayışı içinde istediği huzuru tam anlamıyla yaşayamıyordu. Çevresindekilere ruhsal bir boşluk içinde olduğunu söyleyip ve bu boşluğu doldurma arayışındaydı. Arkadaşları bu boşluğun evlilik, yeni güzel atlar ve elbiselerle giderebileceğini söylese de Mus’ab bu boşluğun bunlarla dolmayacağını söyleyerek, arayışını devam ettirmektedir. Hani arayan bulur derler ya, işte Mus’ab’ın bu arayışı da onu Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’e götürmüştür.
Mus’ab, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’den Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini işitince, aradığı huzuru bulduğunu fark etmiştir. İmanın tadını alan Mus’ab, artık asıl gaye olarak İslam’ı hâkim kılmayı dert edinmiştir. Mus’ab, daha öncesinde hiçbir şeyi kendine dert edinmemiştir. Ruhunun ihtiyacı İslam’dı ve İslam’ı bulunca, bulduğu tek derdi olmuştur. Bu öyle bir dertti ki daha öncesinde sahip olduğu tüm dünya lezzetlerini bir köşeye bıraktırmıştı. Annesinin “Ya Muhammed’in dinini ya da benim servetimi seç” demesine karşın, hiç tereddüt etmeden İslam’ı seçmişti. İlk olarak, onu İslam’dan uzaklaştırmaya çalışan ailesiyle arasına mesafe girmişti. Sonrasında lüks bir yaşam barındıran her şeyden vazgeçmişti. Öyle bir vazgeçiş ki Uhud savaşında şehit düştüğünde üzerini örtecek bir kefeni dahi yoktu.
Mus’ab, İmanı tüm benliğiyle yaşamak için onu Allah’ın davasından uzak tutan her şeyden kaçınmıştır. Bu iman, beraberinde Allah’a karşı samimi bir yaşayışın varlığını getirmiştir.
Mus’ab, dünyevi olan hiçbir şeyi Allah’ın rızasının önüne koymayarak, Allah’ın davasını yegâne dert eyleyip, bu şekilde bir yaşamı seçmiştir.
Peki, bizim yegâne derdimiz ne?
En iyi üniversiteye gitmek mi?
İyi bir araba almak mı?
Ev sahibi olmak mı?
İşimizde yükselip, kariyer yapmak mı?
Evet, insanız ve insani ihtiyaçlarımız olan şeylere sahip olmak için bir mücadelemiz olacaktır. Ancak eğer bizler kulluğumuzu hakkıyla yerine getirmeyi unutup, farklı şeyleri esas derdimiz olarak belirlemişsek, oturup bir kez daha hayatımızı gözden geçirmemiz gerekmektedir.
Peki kardeşim, sen neyi dert ediyorsun?
Düşün!
Düşünelim!