Yusuf Yetiş | Söz&Kalem Dergisi
Sözümona özgür bir toplum yaratma amacıyla ortaya çıkan ve topluma çeşitli enstrümanlarla tatbik edilen ideolojilerin tümü nihayetinde yalnız bir birey ortaya koymaktadır. Bu yalnız birey tek başına karar alan, serazat ve onulmaz tavırları özgürlük çatısı altında meşrulaştıran ve “benim hayatım, benim kurallarım” gibi mottolarla başkasının tavsiye ettiği doğruyu kendi tercihiyle elde etmiş olduğu yanlış kadar değerli bulmayan bir insan tipi ortaya çıkarmıştır.
Fastfood kültürünün hayatın her alanına aksolduğu bir çağda yaşıyoruz. Hızlı geçişlerin, ayaküstü verilen sözlerin, kıyafet değiştirir gibi insan eskitmenin, iki çift gönülden söze tahammül edememenin, sınır dışı edilen ya da yozlaştırılan manevi her türlü değerin ve yalnızca maddi kaygıların kıskacında can çekişiyor insan. Bu can çekişme sadece yalnızlaştırmıyor insanı eş zamanlı olarak kimsesizleştiriyor da. Kimsesizleşen insan daha da umarsız ve daha da vicdansız bol rekabetli bir dünyada buluyor kendini. Oysa insan bu kadar güçlü değil. İnsan bu kadar güçlü olmak zorunda değil. Sisteme maruz kaldıktan sonra özünden yitirdikçe bunun icbari bir hal olduğunu düşünüyor ama öyle değil. Son dönemlerde yapılan istatistiklere göre dünyada en çok satılan ilaçlar psikolojik tedavi hapları. Düzen önce insanı cezbediyor sonra bu hayret makamından olaylara bakan insan alışkanlık kazanıyor akabinde de vazgeçilmez bir bağımlılığa dönüşüyor bu vaziyet.
Bir silkinebilse, geldiği yeri bir hatırlayabilse, açsa kitabı okusa sonrada alsa şapkasını önüne ve düşünse; bilecek, insanın modern insandan çok daha üstün olduğunu. Yeri geldiğinde aciz, yeri geldiğinde yılmaz, yeri geldiğinde alnı dik, yeri geldiğinde düşkün, yeri geldiğinde telkine muhtaç, yeri geldiğinde tek bir gülümsemeye ihtiyacı olduğunu anlayacak. Fakat modern insan mağlubiyeti kabullenemiyor; güçlü olmanın gözden yaş akıtmamak olduğunu, kırılmamak için kırmanın kalkan olabileceğini, başkasının kariyerini basamak olarak kullanmanın onu huzurla yükseltebileceğine inanıyor ve bu meyanda yeni bir kişiliğe bürünerek hayatını idame ettiriyor. Tıpkı Thomas Hobbes’un “Homo homini lupus!” (insan insanın kurdudur!) ilkesinin bir gereği olarak hayatta kalmak için ötekinin hayatından çalıyor. Hele ki biz modern evrenin toy çark dişlileri, özgüven patlamalarımız, sayısız külhanbeyi tavırlarımız, efelenmelerimiz, acizliği ölümden beter sanan sanrılarımız ve bir damla suya muhtaç olmayı koca bir eksiklik saymalarımız yok mu.
Değil arkadaş, bu böyle değil. Modernitenin toplumsal bir kuşatma sağladığı aşikâr, fakat bizim bu denli meyledişimiz, kavrayıştan uzak, salt iz sürme ısrarımız ilginç. Aklın sınırlarının makineleştiği, görünenden öteye gidemediği ve somut olay örgüleri içine sığdırmak zorunda kaldığımız biricik hayatımız fark etmeden biteviye harap oluyor. İçinde dirayetin esamesinin okunmadığı ruhumuz, dışarıdan nede keskin ve kendinden emin görünüyor. Sergilediğimiz bize ait olmayan ruhsal gösterilerimiz acaba kaç kara gecemize mal oldu. Bunu bi sorgulamak ve olan ile olmasını istediğimiz arasında çelişkiyi azaltmak için önce kendimize sonra da çevremize bağırarak kendimizi ve olan biteni bilmemiz ve sonra da anlatmamız gerekiyor.
Bizi çevremiz tanımlar. İstikbalimiz, beraber vakit harcadığımız insanların düşüncelerinin de etkisiyle bir rota çizer kendine. Dolayısıyla modern çağda insanın kendini bilmesi kadar çevresini bilip seçmesi de çok mühimdir. Çevre insanı kıymetli yahut kıymetsiz, çalışkan yahut tembel, iş bitirici yahut beceriksiz olarak kodlar. İnsan da her ne kadar elalem ne der söylemini ciddiye almadığını ifade eden beylik lafları etse de elalemin tanımladığı cümlelere maruz kalarak demoralize olur ve dört mevsim duygulanım yaşayan insan kasvetin ruhuna aksolduğu bir anda elalemin sözünü kabullenerek yalpalanmalarını ve sendelemelerini beceriksizliğine mal edebilir. Dolayısıyla çevre seçimi ve arkadaş tercihi bireyin varoluşunda kaçınılmaz tahribatlar da oluşturabilir ancak bununla birlikte çevre seçimi şaşırtacak kalkınmalar da yaşatabilir.
İnsan modern çağın hızına ve anlık hazlarına endekslendiği için yıprandığını tahammülünü tam olarak yitirdiğinde anlar. Anladığında da uyuşmuş bir vicdan ve sancıtan bir kalp ile baş başa kalır. Ona en ufak bir değer payesi biçen insanın sayesinde serinlemeyi tercih eder. Belki ortamı terk ettiğinden dolayı soluklandığını fark eder fakat bu bir bağımlılıktan başka bir bağımlılığa yakalanır. İsmet Özel’in de ifade ettiği üzere: “Tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rab bellemeyeceğim.” mısrasını olumlar ve düşmeye yazgılı bir varlık olan insan, tam düşecekken onu tutanın bağımlısı olur, bu da bambaşka bir tehlike ortaya çıkarır.
İnsan özünü bilmeli. Yaratıcısının onu donattığı yeteneklerden haberdar olmalı. Aklediyor olmanın ve kontrol mekanizmasının farkına varmalı, bir eşelese özünü bir tanısa, bu eşiğe bir gelse Plotinos’un dediği gibi: “Kendi heykelini yontar!”, kapılmaz, kör kuyularda merdivensiz kalmaz. Bunun da en önemli yolu evvelki yazımızda ifade ettiğimiz gibi metafiziksel bağlantıları sıkılaştırmaktır.
Aile evinde karar vermek zordur, yalnızken kararlar almakta hürce ama tehlikelidir fakat kendinin farkında olan bireyin olgun ve mekânsız bir karar verme yetisi gelişir. İnsan içinde yahut insandan ziyade her durumda farkındalık bilinciyle çevresel kuşatmalara maruz kalmaz. İradesizse dahi bunun farkına varabilir. Kaldı ki bir mevzuyu kurtarmanın ilk aşaması yaşanılan şeyin bilincinde olmaktır. Çünkü bilinç sorgulanmışlığın nihayetidir.
Toparlayacak olursak, varoluşumuzun bir anlamı vardır. İnsan denen kompleks varlığın da zaruri ihtiyaçlarından biri anlamını bulmaktır. Bu da kişinin içsel yolculuğa süreklilik atfetmesi ve önce kendine bakmasıyla ancak elde edilebilir. Kamusal alanlar, iş sektörleri, eğitim mecraları, ideolojik dayatılar, yenidünya düzenleri sürekli olarak insanın zihnini tutuklatıyor. Böylece insan yapayalnız bir üniversiteye başlasa da bir odada tek başına otursa da bir sahil kenarında soluklansa da yalnızca fiziken yalnız kalıyor. Bu durumda sığınılacak yegâne liman bahsi geçen güçlü metafiziksel bağlantıları sağlayacak dost meclisleridir. Yukarda ifade ettiğim gibi insan bir çift hasbi kelamla, bir çift sıcak bakışa, ona özünü hatırlatacak meclise ihtiyaç duyar.
İnsan ‘yalnızlık’ kavramını bazı zamanlar bariz şekilde anlar. Mesela en çok telefonla konuştuğumuz anlar üniversite yıllarımızın ilk zamanlarıdır ya da yeni bir şehirde işe başlarken bazen eve dönüşte yahut ilk mola da çarçabuk telefona sarılırız. Bu dönemlerin yalnızlığı ve eşzamanlı özgürlüğü insanın en dikkatli olması gereken dönemlerdir. Allah dostlarıyla muhabbetin, kendini bilenlerin meclisine girmenin ehemmiyeti en çok bu dönemde anlaşılmalıdır. Çevresel etkilerin müdahalesiyle insana çok kolay aksiyon aldırtacak bu kritik dönem, kişinin öz bilinciyle yönetilmezse tamiri zor sorunlar oluşturabilir. Bu sebepten ötürü kişi yalnızlığa yenilip savrulmak yerine yalnızlığı yenip çevresindeki yoz etkileri dost muhabbeti, metafiziksel rabıta ve keskin bir farkındalıkla savurmalı.