İnsana düşünmesi için akıl, hissetmesi için kalp nimetini bahşedenin adıyla…
İnsan hayatının evrelerini dört mevsim ile kıyas edersek şayet, en zorlu süreçlerin sonbahar ve kış olacağı hepimizin ittifakken onay vereceği dönemlerdir. Bu mevsimler, insanın yaratılışına izafi olarak başlar şöyle ki bizler doğar, büyür ve neticede gözlerimizi hayata kapatırız. Tüm bu evrelerde biyolojik ve psikolojik isteklerimizin, ihtiyaçlarımızın birbirinden farklı olması her insanın mevsiminin kendi şahsına münhasır olduğunu bize bildirir.
Kimimiz ilk bahar gibi güzelliklere ve mutluluğa yelken açarken kimimiz de aynı zaman diliminde kasvetli bir sise yahut şiddetli bir yağışa maruz kalırız. Kimimiz sürur ve saadet içinde kaldığı yaz mevsiminden bıkkınlık duyar, kimimiz de aynı süreçte hüzün ve acıların soğuğunda donarız. Bu durum mütemadiyen devam eden ve edecek olan bir durumdur.
Her insanın yaşadığı mevsimin bir olmadığı kanısına ilaveten bir gerçek daha var ki o da biz insanların hayatının yüzde doksan dokuzunun diğer insanlarla olan iletişim ve alışveriş üzerine kurulu olmasıdır. Günümüzün ekser kısmında her işimiz bir başkasının işi ile kesişmekte aynı mekânı, aynı havayı, aynı kimselerin yakınlığını ve dahi aynı yemeği paylaşmaktayız. En banal misal olarak her gün farklı farklı insanlar ile aynı otobüste yol alabiliyor fakat farklı menzillerde iniyoruz. Kardeşler aynı sofrada oturuyor, aynı odayı, evi paylaşıyor ama farklı sorunlar yaşıyorlar, öğrenciler her gün aynı sınıfta aynı hocalardan istifade ediyor, aynı mekânda bulunuyor ancak herkesin mücadele ettiği derdi birbirinden ziyadesiyle farklı oluyor. Haliyle tüm bu kesişmeler beraberinde ayrışmalar da getiriyor. Şimdi soralım, hayatın özeti kırmızı ışıkta yan yana bekleyen cenaze arabası ile düğün arabası misali değil midir?
Evet, her birimizin yaşadığı mevsim apayrı, ancak karşımızda belirgin halde duran bir başkasının mevsimini hissetmekte, belki bir zamanlar o çetin ve kış mevsiminden geçmiş olmamıza rağmen neden bu denli kör kalabiliyoruz? Ve yahut neden bir başkasının ilkbaharı bizi de mutlu etmiyor, bir an onunla aynı mevsimi solumaktan ısrarla imtina ediyoruz? Kuvvetle muhtemeldir ki cevabı tahmin ettiğiniz şeydir, insan “ben” merkezci yaşadığından beri herkes birbirine kör ve sağır. Çok klişe bir tanım olsa da aslında bu, kendini bir başkasının yerine koymamaktır. Çok nadir ve muteber kimseler vardır ki bu tanımın tam aksini uygulayabiliyor,” ben” değil “sen” ya da “biz” merkezci oluyor. İşte bu kimseler insanı anlamada sanat yapmış empatik bireylerdirler.
Empatinin terim anlamını şöyle izah eder Kemal Sayar; “Bir kişinin kendisini duygu ve düşüncelerinden soyutlayarak bir başkasının inançlarını, arzularını ve özellikle duygularının farkına varabilme ve anlayabilme yeteneğidir.” Hiçbir şeyi kendi gözümüzle bakarak anlayamayız. Ve elbette herkesin bizim gözlüğümüzle görmesini de isteyemeyiz. Kaderi ölçüde nasıl ki milyonlarca insanın parmak izleri birbirinden farklıdır, imtihanları da o boyutta farklılık göstermektedir.
Bugün dünyamızda ferdi imtihanların yanında toplumsal imtihanlar da veriyoruz, öyle süreçlerden geçiyoruz ki eş duyum olmazsa hayatın kasveti ikiye katlanacak. Unutuyoruz çoğu zaman ama bazen başka birisinin acısını hissetmek ve aynı rahatsızlığı paylaşmak, hiçbir şey yapamazsak bile seni anlıyorum demek karşıdakini fazlasıyla mesrur ve memnun eder değilse bile kuvvetli bir teselli hissi verir. Bunu en çok bize yapılınca içimizi saran o sıcaklık ile anlayabilir ve aynı duyguların yaşanmasına zemin hazırlayabiliriz. Katıldığım bir seminerde hocamız Hz Aişe -Allah kendisinden razı olsun- annemizin lisanınca şöyle bir olay aktardılar: “Validemiz Hz Aişe başından geçen ifk hadisesini anlatırken ağladığı ve zor bir süreçten geçtiği zaman bir kadının kendisinin yanına gelip hiç konuşmadan onunla ağladığını ve acısını paylaştığını kendisinin de bu kadını ve samimiyetini asla unutmadığını aktarırlar. Bahsi geçen olay ile de daha net anladık ki empati dediğimiz şey bir süre karşındakinin yerine geçmek, onun nazarı ile olayları değerlendirmektir. Bu sebepten mütevellit olsa gerek atalarımız şöyle demişlerdir: “Malı mala, canı cana ölçmeli”. Bizim malımız, canımız nasıl kıymetli ise diğer kimselerin de o denli kıymetlidir.
Çağımızda psikologların en çok üzerinde durduğu hassasiyet duygudaşlık yani empatidir. Çünkü insanlarımız her geçen gün merhamet duygularından uzaklaşıyor, birbirlerine karşı tahammülsüzleşiyor ve anlayış aramızdan yok olmaya yüz tutuyor. Öyle bir hal aldık ki kutuplaşmalar ya da fikri dayatmalar neticesinde güvenler sarsılmış, herkes kendi doğrusunu hayatına geçirmeye başlamış. Çok daha az ve öz tanımla herkes bağırıyor ve onun için kimse kimseyi duymuyor. Halbuki herkes birbirine anlayış gösterse, kendini karşıdakinin yerine koysa bağırmaya gerek de kalmaz, herkesin meramı da net anlaşılır. Tüm bu soruların sebebi sizce nedir? Empatisizliktir herhalde der gibisiniz, evet bu da bir sebeptir ancak ana sebep İslam’ın hayat nizamı olarak uygulanmamasıdır. Şayet İslam fiili olarak yürürlükte olsaydı bu sıkıntıları ne bireysel ne de toplumsal yaşardık. Hem kalben hem de madden insanlar kuvvetli bir emniyet hissederdi. Zira İslâm, bugünkü insanların mumla aradığı empatiyi doğal hâli ile insanlara sunmakta ya da emretmektedir. Empati başlı başına bir kelime olarak İslam’da bulunmasa da en tabii ve doğal hâliyle kendisinde barındırmaktadır.
Bir misal verecek olursak İslam’ın şartları ile başlayabiliriz. Kelime-i şahadet bize Efendimiz Hz. Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem- ile empati kurup, o da bir insandı, onun da dünyevi işleri vardı ancak bunlar asla onun davası için mücadele etmesine engel olmadı bilincini aşılar. Namaz ibadeti kâinatta olan diğer canlıların hareketlerinden, oruç aç ve açıkta kalan kimselerin durumundan, zekât fakir ve muhtaç sahiplerinin halinden, Hac ise yakınlık kurulan farklı farklı ırk ve lisan sahibi insanlar arasındaki sosyal ilişkilerden bize empati dolu birçok mesaj verir. Keza Efendimize -sallallahu aleyhi vesellem- fakirleri ve yetimleri gözetmesi Duha süresinde emredilmiş ve kendileri bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mümin) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz”. Tüm bunlar İslamiyet’in baştan sona bir eş duyum dini olduğuna delildir.
Empati bir hissiyat mürekkebi, hassasiyet kalemidir. Onunla kendimiz için yazdığımız, hayal ettiğimiz her şeyi bir başkası için de ister, hissederiz. Derler ki: “İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz.” Başkasını anlamak, okumak yazıldığı, söylenildiği kadar kolay değildir. Bunu yapabilmenin en temel yolu insanın kendisini tanıması ve anlayış çerçevesini genişletmesidir. Zira her şey gibi empatinin de orta seviyede olması gerekmektedir. Tıpkı insanın vücut ısısı gibi ne fazla ne de az...
Netice olarak “Empati kurabildiğimiz zaman; sadece aile ve arkadaşlarımıza iyi yoldaşlar olabilmenin dışında, insanlarla bağ kurarak “öteki” kavramının ortaya çıkardığı yanlış anlaşılmalar ve korkulardan da korunmuş oluruz. Sadece azınlık olarak bile empatik olabilsek başkalarını etkileyebiliriz. Karşısındakinin ona karşı olan empatik tutumundan etkilenen birisi de mutlaka başkalarını olumlu yönde etkileyecektir. Bu da “empatinin tarihçesi”dir. Empati bir insandan diğerine ve bir gruptan ötekine yayılmaya devam edecektir. Ta ki farklılıklar kaybolana ve “onlar” yerini “biz” kavramına bırakana kadar.” der bir makalesine, Prof. Kemal Sayar. İnsanların duygularını iyi anlayan, hisseden bir gönül esenliği olmamız duasıyla, empatik kalınız.
Söz&Kalem Dergisi | Müzeyyen Sena Titiz