Toplumsal cinsiyet, net bir tanımı olmayan, konuyu işleyen kişinin kendisine göre farklı yorumladığı bir kavramdır. Literatürü incelediğimiz de feministler tarafından sık sık vurgulanan ve işlenen bir konudur. Toplumsal cinsiyet, toplumun kadın ve erkek rollerine yüklediği kültürel anlamlar şeklinde bir tanımı vardır. Bu tanıma göre bireyin bir biyolojik cinsiyeti bir de toplumsal cinsiyeti vardır. Birey, dünyaya kadın veya erkek şeklinde gelir ve bu onun biyolojik cinsiyetidir. Toplum, kendi içinde bulunduğu kültürel yapıya göre bu cinsiyetlere anlamlar yükler. Bu anlamlara göre toplumun bireylerden beklentileri olur ve buna göre görev dağılımı yapılır. Toplumsal cinsiyet teorisyenleri, kadın-erkek arasındaki sorunların kaynağını toplum tarafından cinsiyete yüklenen anlamlarda görüyor.
Toplumsal cinsiyet kuramcıları, kadın ve erkek arasında fıtrattan gelen bir farklılığın olmadığını, kadın ve erkeğin rol ve görev dağılımın toplum tarafından belirlendiğini ve bunun bir eşitsizlik, ayrımcılık olduğunu belirtmektedir. Onlara göre kadının annelik, ev hanımlığı, kocasına itaat etmesi, kırılgan bir yapıda olması doğuştan gelen özellikler değildir, bir başka değişle fıtrat ile bir ilişkisi yoktur. Aynı şekilde erkeğin evin reisi olması, korumacı özelliği, güçlü olmasının fıtrat ile bir bağı yoktur. Bu rol ve görev dağılımları fıtrattan bağımsız olarak toplum tarafından üretilmektedir. Toplum tarafından üretilen bu rol ve görev dağılımı kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik ve ayrımcılığın temelini oluşturuyor. Bunun önlenmesi için toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle mücadele edilmesi ve eşitliğin sağlanması gerektiğini belirtiyorlar.
Toplumsal cinsiyet teorisi, Türkiye’de dinin öngördüğü ve toplumun içselleştirdiği cinsiyet algısıyla uyuşmamaktadır. Bu teori, kadın ve erkek arasındaki farkların tamamının oluşumunu topluma yükleyerek fıtratı yok sayıyor. Fıtratı yok saymak yaratıcının insan üzerindeki tasarruflarını yok saymakla eş değer olduğunu belirtelim. Bunun yanında, cinsiyet rollerinin toplum tarafından kurgulandığını söyleyerek kadın ve erkek dışında farklı cinsiyet iddialarına zemin hazırlıyor. Bu nokta cinsel sapmanın düşünce zeminini oluşturduğu için üzerinde durulmayı gerektiriyor.
Batıdan neşet eden ideolojiler, batının kendi içinde yaşadığı sorun ve çatışmalardan beslenmişlerdir. Düşünce zeminini ve toplumsal desteği bu çatışmalardan yola çıkarak oluşturmaya çabalamışlardır. Liberalizm; kilise, soylu sınıf ve halk arasındaki çatışmadan faydalanarak kendine toplumsal destek bulmuştur. Komünizm; burjuva sınıfı ile işçi sınıfının çatışmasından doğmuş, düşüncesini bu minvalde şekillendirmiş, toplumsal desteğini de bu çatışmadan yararlanarak sağlamıştır. Feminizm, batının kadına yaptığı haksızlıklardan yola çıkmış ama nihayetinde kadın ve erkeği çatıştıran bir zeminde kendine yer bulmuştur. Feminizm, post modern düşünceden beslenerek ortaya yeni bir ideolojiye benzeyen toplumsal cinsiyet düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Soylu- halk, burjuva- işçi, kadın- erkek çatışmasından sonra gelinen noktada biyolojik cinsiyet- toplumsal cinsiyet çatıştırılarak yeni bir ideoloji oluşturulmaktadır. Her ne kadar toplumsal cinsiyet teorileri, biyolojik cinsiyeti kabul etse de büyük oranda toplumsal cinsiyet üzerinde durmakta ve cinsiyet kimliklerinin toplum tarafından inşa edildiği sonucuna varmaktadırlar. Cinsiyet kimliklerinin toplum tarafından inşa edildiğinin kabul edilmesi beraberinde LGBTİ+ gibi sapmış olgularında bir cinsel kimlik olarak kabul edilmesini ve toplum tarafından inşa edildiğini getirmektedir.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ileri sürenler tarih, din, kültür, gelenek ve aileyi cinsiyet rolleri perspektifi üzerinden değerlendirir ve bu minvalde yaptıkları okuma neticesinde aile ve dinin ayrımcılık ve eşitsizliğin kaynağı olduğu sonucuna varırlar. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet teorilerine göre dinler, kadın ve erkek rollerine farklı anlamlar yüklediği için ayrımcılık üretir. Bu bakış açısına göre Kur’an’ı Kerim ayrımcılık üreten bir kitaptır. Sadece Kur’an’ı Kerim değil diğer dinlerin dini metinleri ve buralardan oluşan müktesebat ayrımcılığın kaynağıdır. Arapça dili, müzekker ve müennes yapısıyla ayrımcılık üreten bir dildir. Gelenek ve örf ayrımcılık yaptığı için karşı durulması gereken olgulardır. Aile, erkek ve kadını kendi rollerini uygun yetiştirdiği ve fıtrat paralelinde anlamlar yüklediği için ayrımcılık üreten bir kurumdur. Edebi eserler de işlenen erkeklerin kadını koruduğu veya kurtardığı Uyuyan Güzel, Pamuk Prenses, 7 Cüceler ve Rapunzel gibi eserler ayrımcılık yapan eserlerdir. Böyle bir okuma neticesinde tarih bir ayrımcılık tarihidir. Kız çocuklarına oyuncak bebek, erkek çocuklara silah veya araba alınması ayrımcılığı besleyen bir uygulamadır. Bu eşitsizlik ve ayrımcılığın sona ermesi için toplumsal cinsiyet eşitliğinin politika haline getirilmesi ve eğitim, medya, hukuk, ekonomi, spor gibi tüm alanların buna göre şekillenmesi gerekir.
Toplumsal cinsiyet teorisi, doğuştan gelen fıtri cinsiyeti görmezden gelmekte, kadın erkek arasındaki farklılıkları eşitsizliğin kaynağı olarak görmekte ve bu farklılıklara silikleşmesi gereken unsurlar olarak yaklaşmaktadır. Önerdiği uygulamalar gözlendiğinde kadının erkek; erkeğin kadın gibi yetiştirilmesini teklif etmektedir. Bu uygulamaların hayatı geçmesi halinde kişiler fıtri cinsiyetine aykırı rollere maruz kaldığı için ilerde cinsiyet bunalımı yaşamaktadır. Bu bunalımın neticesinde diğer algı faktörlerini de eklediğimizde cinsel sapmaya kadar gidecek bir süreçtir.
Toplumsal cinsiyet teorisi, sapmış cinsel tercihlere bir düşünce zemini hazırlıyor. Kadın ve erkek arasındaki sorunların tamamını cinsiyet eşitsizliğinde bularak uygulamada kendine saha açmaya çalışıyor. Küresel sermaye ve onların yerli müttefiklerinin desteğiyle devlet politikalarına etki ediyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği, insan fıtratı ve aile kurumunu hedef alıyor. Bu teorileri esas aldığınız ve uyguladığınız taktirde cinsel sapmaya giden yolu açmış ve hazırlık yapmış olursunuz. Zira bir kız çocuğunu erkek veya erkek çocuğunu kız gibi yetiştirdiğinizde ( toplumsal cinsiyet eşitliği uygulamaları bunları öngörüyor) ilerde onlar bir cinsiyet bunalımı yaşar ve sapmış cinsel tercihlere meyletme olasılığı artar. Bunun yanında kadın ve erkek arasındaki farklılığı yok ettiğinizde, her cinsin kendi fıtratına uygun hak ve yükümlükler üzerine bina olunmuş aile kurumunu tahrip eder ve yok olmasını sağlamış olursunuz. Ailenin olmadığı yerde diğer toplumsal gruplarda olmaz ve toplumun geleceği tehlikeye girer. Nitekim toplumsal cinsiyet politikalarını uygulayan ülkelerde cinsiyet bunalımı yaşanmakta ve aile kurumu yok olmuş durumdadır (İzlanda, Finlandiya, İsveç, Norveç).
Toplumsal cinsiyet düşüncesine göre kadın ve erkek arasındaki tüm farklılıklar giderildiğinde ayrımcılık sona erecek ve eşitlik sağlanmış olacak. Böylelikle erkek egemen zihniyetten kaynaklanan kadına şiddet de yok olmuş olacak. Ancak Mücahit Gültekin ve Meryem Şahin’in “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın ve Aile” çalışmasında da görüldüğü üzere bu politikaları en iyi uygulayan dört ülke olan İzlanda, Finlandiya, İsveç ve Norveç’te kadına yönelik şiddet önlenemediği gibi şiddet daha da artmıştır.
İstanbul Sözleşmesi’nin üzerine bina edildiği kavram “toplumsal cinsiyet”tir. Aynı zamanda feminizmle birlikte sözleşmeye hakim olan ana düşünceden bir tanesidir. Toplumsal cinsiyet teorisinin öngörü ve uygulamaları incelendiğinde insan fıtratını bozan, aileyi ve toplumu dağıtan etkisi görülecektir. Bu politikaları uygulayan ülkeler, suçların önlenmesinde yüksek bir katkısı olan aile kurumundan mahrum kaldıkları için daha fazla sorunla baş başa kalmıştır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet ideolojisinden beslenen bir Sözleşme, ele aldığı sorunları çözemeyeceği gibi onları daha da derinleştirecektir.
İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyetin tanımını şöyle yapmıştır:
“ ‘toplumsal cinsiyet’, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır.”[1]
Sosyal anlamda oluşturulmuş roller ile kastettiği cinsiyet rollerinin toplum tarafından kurgulandığıdır. Sözleşme’nin diğer yerlerinde devletlere toplumsal cinsiyete dayalı politika üretmeleri yükümlülüğü getirilmektedir. Devletin ana politikasının toplumsal cinsiyete duyarlı olmasını söylemektedir.[2] Sadece bununla yetinilmemekte eğitim, medya, iş ve spor hayatında buna yönelik bilinçlendirme çalışmaları yapılması istenmektedir.[3] Nitekim Milli Eğitim Bakanlığı’nın uyguladığı ETCEP (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi)’in dayanağını İstanbul Sözleşmesi’nin bu hükümleri oluşturmaktadır.
İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin komisyon raporları, Sözleşme’nin girişi ve maddeleri incelendiğinde, Sözleşme’ye hakim olan düşüncenin feminizm ve toplumsal cinsiyet ideolojisi olduğu görülmektedir. Feminizm ve toplumsal cinsiyet ideolojisini esas alan politikaları uygulayan ülkelerde kadına yönelik şiddet daha çok artmış ve aile kurumu yok olmuştur. Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi’nin kadını şiddetten koruyamayacağı, kadını erkeğe karşı kışkırtacağı ve evi bir şiddet merkezi olarak kodlayarak aile kurumuna zarar vereceği ortadadır.
Söz&Kalem - Hasan Ece
[1] Madde 3, c Bendi.
[2] Madde 6, “Toplumsal Cinsiyet Konusunda Hassasiyet Gerektiren Politikalar” başlığı.
[3] Madde 14, “Eğitim” başlığı.