Söz&Kalem Dergisi - Ahmet Çalışkan
Sosyal yaşam sosyal sorumluluğu gerektirir. Bu, öteden yazılmış bir kuraldır. Bundan ötürü birilerinin mutlaka fakir ve miskine kol kanat germesi gerekmektedir. Birilerinin yere düşmüşlere, yolda kalmışlara uzanacak el olması gerekmektedir. Hem bu öylesine basite alınacak, göz ardı edilecek bir mesele de değildir. Tarihi tecrübe bunu hayati bir gereklilik olarak ortaya koymaktadır. Sosyal sorumluluğun ihmal edildiği veya yerine getirilmediği dönemlerde toplumların üstünden felaketler eksik olmamıştır. Garibana çok görülen kuru ekmeğin nice boğazlar tıkattığı görülmüştür. Hem bundan mütevellit olmalıdır ki eski-meyen ilahi mesajların tümünde, sosyal yardımlaşma bir zorunluluk olarak addedilmiştir. Dikkatleri çekmekte fayda vardır: ilahi mesajlar sosyal yardımlaşmayı belirli tipolojilere uygun kimseler için bir gönüllülük faaliyeti olarak ifade etmemişlerdir. Aksine bunu sosyal yaşamı oluşturan tüm bireyler üzerine bir zorunluluk olarak addetmişlerdir.
Hiç şüphesiz İslam’ın en ayırt edici özelliklerinden birisi de sosyal sorumluluğa verdiği önemdir. Hatta bu dinin direkt olarak sosyal sorumluluk ile ortaya çıktığı da söylenebilir. Peygamber efendimiz (sav) daha genç yaşlarında iken Mekke’nin vahşi kanunlarına karşı mazlumları korumak ve onlara yardımda bulunmak için amcası tarafından kurulan hilfulfudul’a yani erdemliler hareketine üye olmuştur. Burada aktif görevler edinmiş, garibanlar için çırpınmıştır. Peygamberliğini ilan ettiği dönemlerde ise “sen fakiri korur, yetimi gözetirsin” sözü kendisinin en büyük destekçisi olmuştur. Daha sonraları, yani İslam’ın artık devletleşmeye başladığı dönemlerde ise, sosyal sorumluluk görevi bir sisteme oturtulmuştur. Zekât emri Müslümanlığın şartlarından sayılmış, neredeyse namaz bahsinin geçtiği her ayette zekât, namazla birlikte zikredilmiştir. Böylece Müslüman olan herkes için sosyal sorumluluk görevine bilfiil katılma mecburiyeti ve imkânı oluşmuştur.
Bununla birlikte hukuk, yaptırımın en alt limitini belirler. Yani yapılması gerekenin en asgari olanını ifade eder. Zekât için de durum böyledir. Kazancın cinsine bağlı olarak zekât miktarı yıllık en az yüzde 10 veya 40 olarak belirlenmiştir. Kişi bu miktarı garip gurabaya dağıttığı zaman üzerindeki yükümlülük kalkacaktır. Hem belirli olan bu miktarın üzerine çıkma adına teşvikler yapılmışsa da herhangi bir zorlama olmamıştır. Lakin durum burada ilginç bir hal almaya başlamaktadır. Çünkü Müslümanların tarihi malını mülkünü Allah yolunda harcayanların hikayeleri ile doludur. Bu tarihin içinde varını yoğunu toplayıp Allah resulüne getiren ve ben aileme de Allah (cc) ve resulünü bıraktım diyen Hz. Ebubekir vardır. Bu güzide davranış ile yarışmak adına malının yarısını infak eden Hz. Ömer vardır. Elindeki tek sermayesi olan bir avuç hurmayı peygambere getiren Hz. Ebu Akil vardır.
Hele Ramazan ayı başta olmak üzere, özel zamanlarda yapılan yardımların haddi hesabı olmamıştır. Öyle ki daha Hz. Ömer döneminde İslam topraklarında yardıma ihtiyaç duyan hiç kimse kalmamıştır. Halife dağlara, bayırlara yem bırakılmasını istemiştir. Böylece Müslümanların topraklarında kuşların, sair hayvanların bile aç kalmamasını sağlamıştır. Hem bu dönemde daha önceleri medeniyetlerin şahit olmadığı bir kavram literatüre girmiştir. Müslümanlar dünyaya isar’ı öğretmiştir. Evet, isar! Yani kişinin kendisi ihtiyaç duyduğu halde kardeşini kendisine tercih etme davranışı. Bugünlerde buna özgeci davranış da denilmektedir. Bu davranış vesilesi ile tarihimiz, kendisine ikram edilen bir tabak yemeği diğer kardeşimin ihtiyacı vardır diye başka eve gönderen ve böylece onlarca ev dolaştıktan sonra aynı tabağın kendisine geri dönmesine şahit olmuştur. Ölüm anında bile kardeşimin daha çok ihtiyacı vardır diye kendisine ikram edilen suyun reddedilişine şahit olmuştur.
Peki bu durum neyden kaynaklanmaktadır? Yani sosyal sorumluluk için belirli bir kota/sınır belirlenmişken ve bunu vermekle sorumluluk yerine getirilebilecekken, bu insanlar neden daha fazlasını vermeye gayret etmişlerdir? Hatta neden bu daha fazlasını verme eğilimi kendileri ihtiyaç duyuyorken dahi başkalarını kendilerine tercih etmelerine sebep olmuştur? Birçok nedeni olmakla birlikte cevap basittir. Çünkü bu durum kendilerini daha çok mutlu etmiştir. Yani başka bir kardeşinin ihtiyacının kendi verdikleri ile giderilmesi onları daha çok memnun etmiştir. Elbette başta Allah (cc)’ın rızasını kazanma, cennete talip olma, iyilerden yazılma veya kendisinden aşağıdakini görüp şükretme gibi birçok neden bu davranışın oluşmasında etkili olmuştur. Lakin bir başka insanın ihtiyacını giderirken hissedilen iç huzurun böyle davranmada etkisi hiç de azımsanmayacak bir derecededir. Hem artık modern psikoloji de paranın mutluluğu satın alabileceğini tespit etmiştir. Lakin bir şartla: bu para sadece başkaları için harcanırken mutluluğu getirebilmiştir.
İşte bu mutluluk ve iç huzur bugün metropol insanlarının yüklü miktarda paralar harcayıp bulmaya çalıştıkları şeydir. Çünkü ancak gerçek bir iç huzura varıldığında iyi olunabilmektedir. Hem öyle görünüyor ki bu iyi oluş hali de ancak başkalarının ihtiyacını giderirken elde edilebilmektedir. Zaten sosyal hayat bunun örnekleri ile doludur. Fazlaca meşhur olmuş hadiseye göre yeni evli çift her şeyleri yerli yerinde olmasına rağmen bir türlü kavga ve gürültüden uzaklaşamıyorlarmış. Bir büyüklerine danışmışlar ve kendisinden çözüm istemişler. Bu adam da kendilerine ayda bir ziyaret etmek üzere bir ihtiyaç sahibi aile listesi çıkarmıştır. Bir müddet sonra bu evli çiftin ifadesi ile evlerindeki kavga ve gürültü kendiliğinden son bulmuştur. Artık şunu da ya da bunu da neden almıyoruz kavgası bitmiştir. Çünkü iç huzur elde edilmiştir. Hem de parayı kendilerine harcarken değil, başkasına harcarken onu elde etmişlerdir.
Aslında mesele gayet açıktır. Sosyal hayatı da ferdi hayatı da yaratan yüce Rabbimiz, bu ikisi arasındaki dengeyi de en güzel şekilde belirlemiştir. Sosyal sorumluluğun üzerimizde bir zorunluluk olması, aslında sadece başkalarının maddi ihtiyacını karşılamak için değil de belki de kendi manevi ihtiyacımızı karşılamak içindir. Ya da bizim iyi olmaya, iç huzura olan ihtiyacımız başkasının maddi ihtiyaçlarını karşılamak ile giderilebileceğinden dolayı bu görev bizim için mecburi kılınmıştır. Böylece hem sosyal hayat hem de ferdi hayat iyi olmuştur. Hiç şüphesiz bu görevin yerine getirilmediği durumlarda ise kötü, hatta en kötü engellenemez olmuştur.