Kaplumbağa misali evimizi sırtımıza almış yola koyulmuş iken, Taptuk Emre’nin anlattığı kaplumbağa hikayesini anlatıyor arkadaşım: “Neden uzun ömür sürer kaplumbağalar bilir misin Kasım? Teslim olmuşlar da ondan. Sade yolunu yürür. Acelesi yok, ihtirası yok. Eee ihtiras olmayanda vakit bollanır. Hırs, daraltır. Hemi vakti daraltır hemi yüreği. Ne der erenler hırs sebebi hasarettir. Ne demek bu? Hırs insanı çürütür. Çürür mü insan? Çürür elbet. Hırs çürütür. Değil mi ki her şeyin hırsı var. Para hırsı, iktidar hırsı, kadın hırsı, makam hırsı, post hırsı, dost hırsı. İnsan denen bu varlık nefs sahibidir. Nefs insanın hırslarının toplamıdır. Hele bir teslim ol! Sen ne karar kılsan da karar üstünde bir karar vardır. Teslim ol, huzur bul. Teslim olmayan, durulmaz. Durulmayan huzur bulur mu?”
Kısa bir sessizlik.. “Pardon düğmeye basar mısınız?” sesiyle irkiliyorum. Önümüzde kısacak bir yol, düşünmeye fırsat bırakmayacak kadar kısa belki de.
Çevredeki insanların şaşkın bir o kadar da meraklı bakışları etrafında sürdürüyoruz, yolculuğumuzu. İETT otobüslerinde sık görülen bir tablo olmadığından olsa gerek. Aslında biz de biraz şaşkın ve tedirginiz, İstanbul sınırları içinde hele tek İETT otobüsüyle kamp atabileceğimiz bir yere doğru hareket ettiğimizden dolayı umduğumuzu bulamama korkusu kaplıyor içimizi. Ama kaplumbağa hikayesi iyi gelmişti. Teslim olmuş, yola koyulmuştuk. Daha emin ve huzurlu hissettiriyordu.
Etrafımızı kaplayan ağaçlar eşliğinde yola devam ediyor, bir yandan da ekrandan kaç durak kaldığını sayıyordum. Nihayet Balaban Köyü ve Camii durakları görünmüştü. Ayaklarımızın önüne aldığımız eşyaları yavaştan topluyor, inmek için sabırsızlanıyorduk. Son durak, kapılar açılmış, haricen üç kişi kişi daha inmişti.
Balaban köyü, İstanbul sınırları içerisinde Arnavutköy ilçesine 17 km uzaklıkta bir köy olmakla beraber Terkos Gölü veya namı diğer Durugöl Barajına kıyısı olması hasebiyle tatminkar bir doğaya sahip. Ormanla gölün birleşiminde kurulmuş olan köy, sıcakkanlı insanlarıyla gönlümüzde ayrı bir yer ediniyor.
Göle kıyısı olması hasebiyle köylülerin bir kısmı geçimini balıkçılık ile yapıyor. Bundan dolayıdır ki kıyı boyunca balıkçı tekneleri ve sandalları izliyor sizi.
Köy meydanında indikten sonra eksiklerimizi tamamlayabileceğimiz bir market karşılıyor bizi. Günübirlik ziyaretçiler ve piknikçilerin uğrak mekanı olduğundan dolayı bir çok ihtiyacı karşılayabilecek nitelikte bir market. Hatta et ihtiyacınız varsa köyün içinde bir de kasap bulunuyor.
Eksiklerimizi tamamladıktan sonra göle doğru bir yokuşu iniyoruz hafiften. Yüzümüze ılık bir rüzgar çarpıyor, gölden gelen serinliğin güneş ile ısınmış hali. Gördüklerimiz karşısında mutluluğumuz artıyor, adımlarımız hızlanıyordu. Kıyıya varmış, kamp alanı için uygun alanı keşfediyorduk. Göle yakın kısımlarda ağaçlar seyrelmiş, düzlükler artmıştı. Kıyı şeridinde olan hemen hemen her düzlük, zemin olarak kampa elverişli hatta uyku için mat bile gerektirmeyen cinstendi. Kamp alanında herhangi bir tesis vb. yapı olmadığından dolayı yanımıza fazlaca içme suyu almıştık. Çadırları kurmuş, çay için küçük bir ateş yakmıştık. Ama kül etmişti her şeyi, küçük olmasına rağmen.
Yanımıza aldığımız kitapları okurken çayımızı yudumluyoruz. Vakit epeyce geçmiş, çay muhabbetten öte sadece içimizi ısıtmıştı. Görünüşe bakılırsa akşamı konserve ile geçiştirecektik. Kimse yemek yapmak için yerinden kımıldamıyordu. Bir ara Halit kalkar gibi olsa da çayını tazeleyip oturdu. Havanın tenimizle o kadar mükemmel bir uyumu vardı ki, olduğumuz yerde mayışmış kitaptan cümleler soluyorduk. Akşam ezanının okunmasıyla birbirimize baka durduk bir süre, neden yemek yapmadık dercesine. Domates, salatalık, soğan doğrandı inceden. Yanına ton balığı konservesi ilave edilip ekmek arası yapıldı. Galiba dostluğun, samimiyetin ve bir de manzaranın olduğu bir yerde ne yendiğinin hiçbir önemi yok.
Halit’in Mardinli olması hasebiyle getirdiği dibek kahvesi çıkıyor poşetinden, kılınan namazın ardından. Uzaktan gelen kurbağa seslerine aldırış etmeden, ayın göl üzerindeki yansımasının keyfini çıkarıyoruz. Normal kahvenin 40 yıl hatrı varsa dibek kahvesinin bir ömür hatrı olmalı tartışması başlıyor, gülüşmelerle. Haksız da sayılmazlar. Koyu bir muhabbetin ardından koyu olan geceye teslim oluyor, uyku tulumlarımızda kıvrılıyoruz. Gölgesinde uyuduğumuz ağacın türünün ne olduğunu bilmiyorum fakat güne dinlenmemiş ve yorgun olarak uyanıyoruz. Sonraki okumalarımızda ağaçlardan salınan kimyasal maddelerin farklı olduğuna ve kimisinin çok iyi dinlendirdiğine kimisinin ise güne uykusuz başlamanıza sebep olduğunu görüyoruz. Her ağacın gölgesinde uyunmaz gibi çakma bir atasözü meydana çıkıyor.
Saatin çok erken olmasına rağmen kıyıdaki balıkçı teknelerindeki hareketlilik günün ortasıymış hissi veriyor. Kaynayan çayın fokurdama sesinin, kavurmalı yumurtaya karışmış kokusu eşliğinde kıyıda olup biteni izliyoruz. Hemen yanı başımızda olan sandalın sahipleri beliriyor. Kendilerini kahvaltıya davet etmemizle muhabbet koyulaşıyor. Normalde buraya gelen kampçılar veya günübirlik ziyaretçiler ücret mukabilinde gölde tekne ve sandallar ile gezdiriliyormuş fakat sıcak bir çayın belki de kelamın hatrı olmuş olmalı ki bizi kıyıdan açılmak için davet ettiler.
Mavi yeşil bir Terkos’ta ya nasip... Sallıyoruz oltaları göle, ilk gelen oltada siftah yapılıyor. Allah’ın bize keremindendir ki atılan olta boş dönmüyor, yüzlerde şaşırma, dudaklarda tebessüm, ağızlarda gençler bereketli geldiniz sözleri. Hikayenin başına dönüyoruz; teslim ol, huzur bul.
Gölü uzunca bir turladıktan sonra ikindi vakti girmeden kıyıya tekrar ulaştık, elimizde nasibimize düşenler ile. Balıkçı abiler bize yetecek kadar balık ayırdılar. Kim temizleyecek şimdi bu balıkları sorusuna hızlıca balıkları temizleyip gitmeleriyle cevap verdiler aslında. Bize kalan ise tuzlamak, unlamak ve tavada pişirmek. İçimizden birini un alması için markete gönderiyoruz. O dönünceye kadar ateşi yakıyor, harlıyoruz. Nihayet balığı tavaya gelmesiyle klasik yağ sıçramalarına şahitlik ediyoruz. Bir yandan da salata yapılıyor, sofra kuruluyordu. Aslında tek gecelik program çizmemize rağmen bir gün daha kalmaya karar verdiğimiz bir macerayla devam ediyordu, kampımız.
Yemekler yenmiş, sofra toplanmış, dinlenilmiş ve az da olsa sinekler ile mücadele için sinkov losyonlar sürülmüş, gün batımı için hizaya geçilmişti. İlk gün yeteri kadar odun toplandığı için odun toplama ihtiyacı hissetmemiştik. Şu an sadece yapmamız gereken anın tadını çıkarmak. Ufukta mavi bir çizgi, hafif kırmızımsı. Yarı pişmişlik, yarı yanmışlık. Güneşin kızıllığı dereyi ayna gibi kullandığı vakitler gelmişti. Gökyüzündeki bulutlar asılı kalmış hareket etmiyor gibiydi. Güneş, ihtişamıyla kaçacak yer arıyor gibi ara ara bulutların arkasına saklanıyor, daha güçlü ve farklı bir kızıllık ile çıkıyordu. Eskimiş dünyada yeni bir yüz ile dolaşmak bu olsa gerek. Hangi ressam bu tabloyu nakşedebilirdi ki? Biran düşündüm, göz olmasa bu güzellikler nasıl görülebilirdi? Bu düşüncemin yanlış olduğu kanısına varmam uzun sürmedi. Peki ya ışık olmasa göz bir işe yarar mıydı sorusu canlandı zihnimde. Nice âmâ olanlar ‘ışık’larıyla görüyorlardı değil mi? Güneş ışığını kısmış, gecenin karanlığına daha doğrusu ayın ışığına teslim etmişti bizleri. Gecenin sessizliğine sığınıyoruz usulca. Sessizliğin ortasına doğan ay misali.
Dağ lalelerinin eşsiz kokusu çayımıza kattığımız tomurcuğun kokusu ile karışıyor.
-Umarım bugün uykumuzu alırız, çok yorulduk.
-Yerimizi değiştirdik, çamın uykusu iyidir.
-Bence de, kış kampında olsaydık size çamdan çay bile demlerdim. Çayı bile dinlendiriyor.
İnce bir sessizlik. Dönüp dolaşıp gündüz gördüğüm lotus çiçeklerine takılıyor aklım. Mavi suların üzerini kaplayan, koca yapraklarıyla etrafı saran nam-ı diğer nilüferlere. Suyun üstünde açmalarına anlam yüklemeye çalışıyorum. Demek onlar da buraya aitmiş. Her şeyin ait olduğu yerde çiçek açması gibi.
Klasiklerimizden olan ateş başı marshmallow muhabbeti başlıyor. Bir yandan çekirdek çitliyor, öbür yandan marshmallow kızartıyoruz. Ateş karşısında bile gözlerimizi yumacak duruma geldiğimizi anlayınca tulumlarımıza koşuyor, çamın eşsiz kokusunu ciğerlerimize çeke çeke uykuya dalıyoruz.
Uyandığımızda ‘gerçekten her ağacın gölgesinde uyunmaz’ sözünü tekrarlıyoruz, espriler ile. 5 saatlik bir uykunun bu kadar dinç ve dinlendirerek uyandırması güne mutlu başlamamıza sebep olmuştu. Hem biraz çalı çırpı toplamak hemde yürüyüş maksatlı yola koyulduk. Göl kıyısı boyunca göz alabildiğince yol aldık, geri dönüş yolunu hesaba katmaksızın. Yürüyüşümüz toplamda 2 saate yakın sürdü. Kamp alanına vardığımızda, elimizdeki ateşe inat çantalarda patlıcan ve yumurtadan başka bir şey kalmadığını gördük. Olsun, patlıcan közler yumurta kırardık üstüne. Nitekim öyle de yaptık. Gayet lezzetli ve sağlıklı bir şeyler yaptığımıza eminim. Sarımsak eksik olsa da eldekiler ile en iyisi yapılmıştı. Demlenen çayımızı yudumluyor, getirdiğimiz satranç tahtasının piyonlarını öne sürüyorduk. Hayat misali. Şahların ölmediği, piyonların en ucuz olduğu bir tahta. Masallardaki gibi beyazların hep kazandığı değil güçlü ve stratejik hamleler yapan siyahların da kazandığı bir oyun. Gayret ve ihlas işte. Nerede olursa olsun, başarılı kılar orayı. Sanırım artık eşyalarımızı toplama vakti gelmişti. İndiğimiz yokuşu çıkmak zorunda kalıyoruz. Daha güç. Düştük yine yollara, dönüş yabana
Söz&Kalem - Murat Çöklü