Yağmurlu bir günün sabahında hazırlıkları tamamlanmış öğle namazından sonra yola çıkmıştık. İstanbul içerisinde bir alan seçtiğimizden dolayı aheste aheste hareket ediyor açıkçası saatin de biraz ilerlemesini bekliyorduk. Zira gittiğimiz bölgede kamp yapmak tamamen oradaki görevlilerin insiyatifi dahilinde olan bir durumdu. Yol üstünde bir markete uğrayıp son eksiklerimizi tamamlayıp yolumuza devam ederken yağmur şiddetini arttırıyordu. Havanın yağışlı olması bizleri bir başka sorunla daha karşı karşıya getirmişti; kuru odun bulmak. Böylesine yağışlı bir havada kuru odun bulmak imkansızdı, adeta dört çift göz etrafı süzüyor odun satın alabileceğimiz bir mekân arıyorduk. Varacağımız bölgenin son sapağına gelirken kıyıda köşede olan bir dükkânın hemen dibindeki odunları fark etmiştik. O kadar az ve saklanmışlardı ki bir an odunları işletme sahibinin kendisi için kullandığı zannına kapılmıştık. Ama yine de durup sormakta fayda vardı. Odunların satılık olduğunu fakat satan kişinin burada olmadığını numarasını verebileceklerini söylüyorlardı. Aldığımız numaradan odunların sahibine ulaşıp odun almak istediğimizi söylediğimizde kendisinin ormanda olduğunu oradaki çuvallardan birini doldurup ücreti numarayı aldığımız kişiye vermemizi istedi. Bizlere yetecek kadar odunu çuvala doldurup, ücretini bıraktıktan sonra yola devam ettik. Az sonra Belgrad Ormanı dahilindeki bir tabiat parkına varmıştık. Varış yerimiz; Fatih Tabiat Parkı.
Belgrad Ormanında bulunan 9 tabiat parkından biri olan Fatih Tabiat Parkı, Sarıyer ilçesi sınırları içerisinde yaklaşık 30 hektar alana sahiptir. 2011 yılında tabiat parkı olarak ilan edilen bu alan doğal orman yapısı ve doğayla iç içe imkanlara sahip olması nedeniyle birçok ziyaretçi için en çok tercih edilen yerlerden bir tanesidir. Ayrıca alanda wc, mescit ve doğal kaynak suyunun aktığı bir çeşmenin olması burayı daha da cazip kılıyor. Tabiat parkının girişindeki görevliye kamp yapmak istediğimizi belirtiyoruz. Başta çok sıcak yaklaşmasa da azıcık sohbet muhabbetten sonra bizlerin doğaya zarar verecek insanlar olmadığımız kanısına vardığından kamp yapmamıza müsaade ediyor. Normalde bu tarz yerlerde kamp yapmak yasak, yakalanırsanız belli bir miktarda para cezası var. Ama hem havadan dolayı hem de gittiğimiz saat sebebiyle bunu denetleyecek kimsenin olacağını düşünmüyorduk. Görevliden de izni koparınca usulca ormanın derinliklerine sürdük. Yol kenarında sağlı sollu çardaklar vardı fakat boyutları 4 kişinin oturacağı kadardı. Bizim istediğimiz otururken aynı zamanda ateşimizin ve çadırlarımızın da yağmur almayacağı bir çardaktı. 3-4 tane 30 metrekarelik büyükçe çardak vardı fakat onlar da doluydu.
Geldiğimiz noktaya geri dönüp ters taraftan tekrardan ağaçların arasından süzülüyoruz. Biraz ilerledikten sonra gözümüze tam tepedeki kocaman çardak çarpıyor. Arabayla gidebileceğimiz yere kadar gittikten sonra dökülmüş yaprakların çamuru örttüğü yerlerden kaya kaya tırmanıyoruz. Tam istediğimiz büyüklükte, bütün işlerimizi halledeceğimiz ve en önemlisi ıslanmadan doğanın tadını çıkaracağımız bir yer bulmuştuk. Eşyalarımızı yandaki iki masaya kurup hızlıca üşümemizi gidermek için ateş yakmaya koyulduk. Piramit tekniği ile kısa sürede yaktığımız ateş, ortamın soğukluğunu kırmıştı. 4 kişi olduğumuz için herkes bir şeylerin ucundan tutmuş ve çadırlarımız da hızlıca kurulmuştu. Aldığımız odunları semavere uydurmak için bir yandan ufalarken bir yandan yanan ateşe attığımız patlıcanlar közleniyordu. Nihayet odunları ufalamayı becermiş ve semaverimizi de tüttürmüştük. Yemek için hazırladığımız mangaldaki kömürler köz olmuş, hazırlanan salatanın bıçak sesiyle közlerin cızırtıları birbirine karışmıştı. Menümüzde satır doğrama köfte, közlenmiş patlıcan ve biberler vardı. Közlenmiş kömürler, yanıp sönen kırmızılığıyla hazır olduğunun sinyalini veriyor gibiydi. Hiç bekletmeden köftelerimizi ateşle buluşturuyoruz. Köftelerden akan yağın çıkardığı lezzet sesiyle ötüşen kuşların sesi birbirine karışmıştı. Köfteler pişerken soyduğumuz patlıcanları satırdan geçirip meze haline getiriyoruz. Kısa sürede yemeğimiz hazırlanmış ve karnımız doymuştu.
Hızlıca masayı toplayıp etrafı düzenli bir şekle soktuktan sonra, çay faslı için ateş başında toplaşmıştık. Dil yakarcasına bir sıcaklığa ulaşmış çayımız, muhabbetle beraber yüreklerimizi de ısıtıyordu. Normalde kitap okumaya ayırdığımız bir zaman dilime doğru ilerliyorduk, fakat yeteri kadar ışığımız yoktu. Birçok konuyu konuştuğumuz sohbetimiz, biraz kendimizi dinlemeye ayırdığımız vakitle aralanmıştı. Hava iyice kararmış ormanın derinliklerinden gelen sesler şiddetini arttırsa bile iç sesimi bastıramıyordu. Bir yandan ateşin sıcaklığı yüzüme çarpıyor öte yandan artan yağmur 1,5 metre ötemi ıslatıyordu, tıpkı içimi ıslatan düşünceler gibi.
Doğada, her şeyden uzak bir sakinlikte kalmanın en güzel yanı kendimi dinleyebilmekti sanırım. Şehrin gürültüsünden kopmuş, Rahman’ı zikreden kuşların ötüşü kulaklarımda çınlarken ıslanmanın şükrüyle yumuşayan bir toprak vardı karşımda. Peki ya ölüm ölüm dirilen yapraklar? Hayatımı bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirmeler, iç hesaplaşmalar... Bu sefer okumayı kitapla değil, belki kainatla yapmaya çalışmıştık. Uzun süren sessizlik arkadaşlarımdan birinin ‘çay isteyen var mı?’ demesiyle bozulmuştu. Doldurulan çaylar, Allah’ın kudreti üzerine yaptığımız mini bir hasbıhal ile içiliyordu. Saat ilerlemiş günün verdiği yorgunlukla uyumak için çadırlarımıza çekilmiştik. Uyku tulumuyla sarılmış, küçücük bir alanda kabrin provasını yapıyor gibiydik. Kampçılığın en sevdiğim yanlarından biri de bu galiba. Birçok gerçeği gerek pratikte gerek teorikte hatırlatıyor olması. Tüm bu düşüncelerim, yoğun oksijenle birleşince yapılacak en güzel şey oldu; uyumak, belki de kaçmak. Gece boyunca zaman zaman gök gürlemesiyle uyansam da şiddetle yağan yağmurun melodisiyse kısa zamanda uyuya dalmıştım.
Nihayet sabah etmiş, herkesten önce uyanıp ateş yakmıştım. Sabah ilk uyanınca ne kadar üşütüldüğünün farkında olduğumdan daima ilk yaptığım şey ateş yakmaktır. Dostlarımın uyanır uyanmaz ateş etrafına kümelenmiş ve ısınıyor olması beni mutlu ediyor. Bir yandan çayın kaynama sesi diğer yandan kahvaltı hazırlıkları devam ediyordu. Menümüzde patates içinde eritilmiş peynir ve domates içine kırılmış yumurta var ama közde. İçini oyduğumuz domatesinin içine kırdığımız yumurtayı iyice karıştırdıktan sonra oyarken kestiğimiz parçayı da kapak yapıp közün içine bırakıyoruz. Domatesimizin közlendiğini görünce tabaklara aldığımız domatesleri kabuklarından ayırıp ekmeği banarak silip süpürüyoruz. Patates için de durum bundan farksız değildi. Kahvaltımızı yaptıktan sonra doğa yürüyüşü yapmak istesekte çamur buna müsaade etmeyecekti. Bizler de eşyalarımızı toplayıp az ilerdeki bir başka tabiat parkı olan Irmak Tabiat Parkındaki yürüyüş parkurunda 7 km’lik turumuzu tamamlayacaktık. Turumuzu tamamlamış, eve dönmek için yola çıkma vaktimiz gelmişti.
Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Söz&Kalem | Murat Çöklü