Bir hafta öncesine planladığımız ancak hava durumunun sağanak yağışlı olmasından ötürü bir hafta gecikmeli gerçekleşecek olan kampımız için havalimanından aldığımız 4x4 aracımızla yola çıkıyoruz. Cuma namazından sonra eksiklerle uğraşıp vakit kaybettiğimiz kamp maceramız, Cuma trafiğinin de eklenmesiyle geceye kalmıştı. Arka koltuktaki arkadaşlarımın heyecanını yanı başımdaki aynadan görebiliyor, kelimelerinden sezebiliyordum. Enes ve Ömer’in ilk kampı olmasının yanında Halit ile daha tecrübeli sayılırdık. İlk kampları için acaba çok mu ekstrem diye düşünürken sahip oldukları ekipmanların yeteri geleceği kanaatiyle içim ferahlamıştı. Hoş sohbet yol arkadaşlarım eşliğinde şeritleri ip gibi çekmiş, kamp yapacağımız yere doğru iç yola sapmıştık.
Hedefimizde, Düzce’de pek bilinmeyen fakat güzelliği ile Karadeniz yaylarını aratmayan, gördüğümüz fotoğraflarda bizi büyüsü altına alan Pürenli Yaylası var. Adını, içinde barındırdığı pürenlerden alan yayla, Gölyaka’ya 24, Düzce’ye 28 kilometre mesafede, rakımı 1400 metredir. Bölgedeki orman dokusu ağırlıklı olarak yaşlı göknar ve kayınlardan oluşur. Sarıçam ve melez ağaç türleri de yer yer kendini gösterir. Oldukça geniş bir orman dokusuna sahip bölgede yaban hayat insandan saklanarak yaşamını sürdürmektedir. Ayı ve yaban domuzunun yanı sıra geyik, karaca ve tilki ancak izine rastlayacağınız yaban hayvanlarındandır. Orman içerisinden çıkıp geniş yayla düzlüklerine geldiğimizde gökyüzünde kartal, şahin gibi yırtıcı kuşların yanında kuzgunların, ormanın sessizliğini bozan sesleri kulaklarınıza ulaşır. Hera ve Balıklı Yaylaları ile çevrili Pürenli Yaylası’na iki noktadan çıkış yapılabiliyor. Biri Mudurnu tarafından, diğeri Gölyaka’dan.
Mudurnu üzerinden saptığımız yolda ilerliyor, yer yer telefon çekmediğinden navigasyon bağlantımız kopuyordu. Navigasyon bağlantımızın yine koptuğu bir anda bir yol sapağını ‘yaylaya sürekli git gel oluyor, bilindik bir yer’ anlayışıyla düzgün yolu seçmemizle geçiyoruz. Tepeye tırmandıkça ‘kesin yayla yolu baksana yukarı doğru çıkıyoruz’ diye kendimizi avutuyoruz. Gece zifiri karanlık, tek şeritli yolda ne gelen var ne giden. Yollara revan olmuş, kendilerini ne beklediğini bilmeden ihtirassız yol süren dört genç. Yoldan ziyade yoldaşlığın mühim olduğunu iliklerinde hissedenlerden. Yukarı çıktıkça artan sessizliği Ömer ve Enes’in izlediğimiz bir filmde ‘böyle bir yolun sonu, yola düşmüş bir kütükle bitiyor’ demesiyle şenlenen ortam bozuyor. Zirveye yaklaştığımızı hissediyoruz, yol ikiye ayrılıyor. Soldan devam etmeyi tercih ediyoruz. Az ilerledikten sonra karşımızda gördüğümüz manzara karşısında hayrete düşmekle beraber kahkahayı eksik etmiyoruz. Karşımızda yolu kapatmış bir kütük. Dua saatine mi denk geldik bilinmez ama hızlıca dönüp yolun sağından devam ediyoruz. Gittiğimiz yollar çok da yola benzemiyor aslında, ormancıların traktörle geçmesiyle açılmış patikalar. Sağ taraftan giderken içimize bir şüphe düştü, gittiğimiz yol doğru mu diye. Yolun sonunu görmek için ayağımızı gazdan çekmeyi de düşünmüyoruz sanırım. Bir de ne görelim karşımızda bitmiş bir yol. Önümüz tamamen ağaçlar ile kaplı. Yanlış geldiğimizin idrakine varmış, geri dönmek için direksiyon kırmıştık. Zirveye yaklaştıkça artan kar nedeniyle döndüğümüz yerde aracımız ufak bir saplansa da çok geçmeden çabalarımızla kurtuluyor saplandığı yerden. Kamp başlamadan yolda ekstrem koşullar başlamış, pantolonlar çamurlanmıştı. Az ilerde bir daha saplandığımız yerde bu kadar şanslı olmamış, ne ettiysek çıkmamıştı aracımız. Tam bir arazi aracıyla gelmemize rağmen saplandığımız yerden çıkamamış, karın ve derinleşmiş çamur çukurlarının azizliğine uğramıştık.
Daha fazla olacak bir uğraşın araca zarar vereceği düşüncesiyle bir çıkar yol aramaya koyulduk. İlerde ışıklarından dolayı çok yakın görünen bir köy var. Fakat şunu net biliyoruz ki karanlıktan dolayı böyle görünse de hiç de yakın değil. Köye yürümeyi teklif ediyor arkadaşlarım fakat uçsuz bucaksız yerde kaybolursak, aracımızın bile tekrar yerini bulamama durumu olduğundan bana mantıklı gelmiyor. Telefonlarımıza bakıyoruz, neyse ki şebeke ve internet çekiyor. Arkadaşlarımı ikna etmemle gitmekten vazgeçiyoruz. Olduğumuz yere kamp atıp sabah gün ışığıyla birlikte köye gidip yardım getirmeyi teklif ediyorum. Bunun için uygun zemin arıyoruz fakat zemin oldukça ıslak olduğundan dolayı bu fikrimizden de vazgeçiyoruz. Yol yardım çağıralım diyen arkadaşımızın söylediği karşısında bir yandan gülüyor bir yandan da düştüğümüz durumu düzeltecek bir çözüm yolu arıyoruz. Aklımıza itfaiyeyi arayıp bizi bu durumu çözecek bir birime aktarmasını istemek geldi. Arayıp durumu anlattıktan sonra bizi jandarmaya bağladı. Jandarma en yakın birimlerini bizi yönlendireceğini söyledi. ‘Bu gece jandarma gelip bizi buradan kurtarsa devlete bakış açım değişir’ dememle gülüşmeler yükseliyor karanlığa.
Sandalyeleri indirip yanımızda getirdiğimiz odunlar ile hemencecik ortaya ateş yakıyoruz, beklerken. Ateşle ısınırken muhabbeti de ısıtalım diye geçen ay başımdan geçen bir hikayeyi anlatıyorum; normal şartlarda yollarda navigasyon kullanmayıp tabela kullananlardanım fakat geçen yolculuğumda virajları önceden görüp hızımı kesmek için navigasyon kullandım. Sağ taraf Konya tabelası iken sol taraftan navigasyona göre devam ettim. Çok geçmeden köy ve ilçe yollarına girmemle navigasyonda ücretli yolları kapattığımı fark ettim. Ama girdiğim yoldan durmadan devam etmek hoşuma gitmişti, ilerde yaşlı bir amcanın el kaldırmasıyla duruverdim. 3 saattir bu yolda beklediğini kimsenin onu almadığını, durduğum için duacı olduğunu söylemesiyle yolumuza devam ediyoruz. Amca, girişinden aldığım köyün müezziniymiş. Hoş sohbet devam eder iken önümüzdeki ilçede bırakırsam duacı olacağını dile getirdi. Konya’ya kadar gideceğimi eğer Konya’ya gidiyorsa oraya kadar götürebileceğimi söyledim. Aslında Konya’ya gideceğini ama bunu söylemeye çekindiğini dile getirdi yaşlı amca. Yol boyunca duasını aldığım amcayı indirdikten sonra Allah’ın beni sadece o yaşlı adamı ordan almam için gönderdiği gerçeği beliriyor zihnimde, olaya hikmet nazarıyla bakınca. O yolu kullanmamın başka bir açıklaması olamaz.
Vakit geçirme babında anlattığım hikayeyi arayan bir numara bölüyor; ‘Ben astsubay Erol’ diye bir ses beliriyor telefonun öbür ucunda. Durumumuzu belirttikten ve isterlerse konum atabileceğimizi söyledikten sonra bizi aramak için yola çıktıklarını söylüyorlar telefonu kapatmadan. Çok geçmeden bir daha arayıp araçlarının da 4x4 olduğunu gelirlerse onların da saplanacağını bu yüzden köy muhtarıyla iletişime geçip bize yönlendirdiğini belirtiyor, astsubay. Az sonra tekrardan çalan telefonun ucunda ‘Aloo, ben mığğtarr Kenan’ diye bir ses beliriveriyor. Muhtara konumu attıktan sonra ateş başında ateşin sesine teslim olurcasına bekliyoruz. Çok geçmeden traktör sesi geliyor ormanın derinliklerinden derken traktörün ışığı tutuluyor üstümüze. Çelik halat yardımıyla hızlıca aracımızı saplandığı yerden çıkarıyor, düzlüğe çekiyorlar. Mığğtarr ve azasının gönlünü hoş ettikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Geldiğimiz yolu geri dönüp ilçeye vardığımızda jandarma bizi karşılamak istemiş, ‘aç mısınız?’ sorusuna muhatap kılmıştı. Aç olmadığımızı belirtince çay davetlerini kırmayıp karakolun yolunu tuttuk. Çaylar içilmiş, tanışılmış, rota ve başımızdan geçenler anlatılmış, ‘hala gitmekte kararlı mısınız?’ sorusuna cevaben ‘bu kadar yolu gelmişsek orayı görmeden gitmeyiz’ denilmişti. Yaylanın yol sapağına kadar bize eşlik edeceklerini belirten astsubay Erol eşliğinde yola koyulduk. Sapağa geldiğimizde nerede yanlış yaptığımızı anlayıp yola devam ediyoruz.
Zirveye doğru çıktıkça mevsim geçişlerini gece olmasına rağmen hissediyoruz. Sonbaharın sert rüzgarlarıyla ağaçlar yapraklarını dökmüş, yukarlarda kar ile örtmüştü kendini. Navigasyon da hiç kopmamış şaşırtmıştı bizi. Zirveye 600-700 metre kala karşıdan bir araç beliriyor. Yaklaşınca eliyle durmamız için işaret yapıyor. Kenara geçip cama indirmemizle; ‘Biz İstanbul’dan geliyoruz, aracımız kardan dolayı yukarı çıkmadı. Acaba rica etsek eşyalarımızı arabanızın arkasına koyarak yukarı kadar çıkarsak olur mu? Geri dönmek de istemiyoruz.’ diye belirttiler karşı sedan araçtaki üç genç. Birbirimize bakıyoruz, herkesin yüzünde hafif tebessüm. Sanırım zihinlerde ise Konya meselesindeki hikmet nazarı. Bizim kara saplanıp vakit kaybetmemiz başımızdan geçen bunca olay, sadece bu üç genci yukarı çıkarmak içinmiş diye düşünüyoruz. Yukarı çıkınca yaylada bizden başka kimsenin olmadığını görüyoruz. Yan yana tahtalar üzerine çadırlarımızı kuruyor, bu saatten sonra ayrımız gayrımız yok diyoruz. Bir ekip hızlıca çadırları kurarken, diğer ekip ise ateş ile uğraşıyor. Nihayet ateş başına geçmiş, tanışma faslı başlamıştı. Yoldan aldığımız üç gençten ikisi polis biri öğretmendi. Eyüp’te oturduklarını öğrendiğimiz gençlerin de sık sık kamp yaptığını ve doğayla hemhal olduklarını kendi dillerinden dinliyoruz. Bir yandan çay için semaver yakılmışken, öte yandan ızgara için döküm tava ısıtılmıştı. Hızlıca yemekleri pişirdikten sonra saatin 03.00 olduğunu fark ediyor bir an önce uyku tulumlarımıza koşuyoruz. Giydiğim kar pantolonu ile neredeyse kurşun geçirmez gibi hissettiğim şeklimle uyku tulumuna giriverdim. Karın mis gibi kokusuyla tertemiz bir uyku çekip sabaha, gece göremediğimiz kar manzarasının güzelliği ile uyandık. Hemen yanı başımızdaki göl tamamen donmuş, yaylara gelen pınarlar hâlâ akıyordu. Su ihtiyacımızı karşılayıp geceye yaktığımız ateşin külleri üzerine yine yeniden yakıyoruz ateşimizi. Kamplarda genelde erkenden uyanır ateşi yakan kişi olurum, tulumdan ilk çıkış anında gözüm hep bir ateş aradığından olmalı sanırım bu durum. Yol arkadaşlarımın bu eksikliği hissetmemesi için elimden geleni yapıyorum. Yanmış odunun cızırtısı ve fokurdayan suyun sesiyle kar içinde adeta poz veren yayla evlerini seyre dalmışım. Diğer arkadaşlarımın da uyanmasıyla kahvaltı için büyükçe bir sac tavada soğan kavurup üzerine kıyma ekliyor, bir yandan da domates doğruyorum. Bir yandan arkadaşlarım sofra için geri kalan yiyecekleri çıkarırken, yemeğin kokusuna baharat kokusu eşlik etsin diye acımasızca ekliyorum baharatları yemeğe.
Sofraya geçilmiş, çaylar dolmuş ve muhabbet demlenmişti. Saat geçtikçe muhabbetin sıcaklığının arttığı gençlerle az sonra Balıklı Yaylasına doğru trekking yapacağız. Yemekler bitmiş, sofra toplanmış, keyif çayları içildikten sonra patika yoldan Balıklı Yaylasına doğru yola çıkıyoruz. Yer yer kar boyundan dolayı yürümekte zorlandığımız ama bir o kadar keyif aldığımız bir yürüyüşten sonra hava kararmadan çadırlara gelmiş, eşyaları toplama işine girmiştik. Zira bu gece kaldığımız yere çok da uzak olmayan Sülüklü Gölü Tabiat Parkında kamp atacak, sabah göle karşı uyanacaktık. Ekibin geri kalan kısmı da İstanbul’a geri dönecekti zaten. İrtibat bilgilerini aldığımız arkadaşlarımızı uğurlarken ilçeye doğru yola koyuluyoruz. İlçeye inip eksikleri tamamladıktan sonra yeni rotamız; Sülüklü Gölü Tabiat Parkı. Yine akşamüstüne kalmış, hava kararma hızıyla yarışıyorduk. Tabiat parkının girişinde çadır başı 25 lira olan ücreti ödedikten sonra içeri giriyor, göle karşı uygun bir yere konumlanıyoruz. Ruhumuzun ve gönlümüzün doyduğu bir manzara ile karşı karşıyayız. Toprağın gelinlik giymesi bu olsa gerek. İki kişi çadır kurarken iki kişi yemek ve ateş yakma olayına girişmişti. Çadırlar ve ateş aynı anda hallolmuş, yemek için hazırlıklar yapılıyordu. Kırılan yumurtanın sesiyle ekmekler ateş başına ısıtılmaya bırakılmıştı. Yemek faslı bittikten sonra çay içiyor, dostluğu demliyorduk. İlk gece baş başa kalmadığımızdan ötürü konuşacak ne çok şeyin biriktiğini fark ettik. Yolda gelirken Muhammed Emin Yıldırım hocanın dilinden Hz. Ebubekir’in hayatını indirmiştim. Karanlığın sessizliğini bozmak için play tuşuna basıyorum.
Yoldaşın ne derece kıymetli olduğunun en büyük örneğidir, Hz. Ebubekir. Bilhassa sadık bir yoldaşın. İstifade edip payımıza düşeni aldığımız sohbetten sonra saatin ilerlemesiyle evlerimize koşuyoruz. Konfor seviyesi ve sıcaklık olarak evdekini aratmayacak cinsten bir sabaha uyanıyoruz. Karşımızda yemyeşil duruşuyla Sülüklü Gölü. Şükür ve tefekkür için o kadar sebep var ki doğada. Sadece seyre dalarız bazen. Kahvaltımızı yapıp yürüyüşe çıkacaktık fakat yağmurun bastırmasıyla eşyalarımızı toplayıp sırtımıza aldık. Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Söz&Kalem - Murat Çöklü