Doğada kamp yapmak, çoğumuzun içinden geçen fakat birçok konuda tedirginlik yaşayıp vazgeçtiğimiz bir aktivite. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki doğada kamp yapmak için biraz cesarete, gidilecek yer için gerekli envantere, bilgiye ve bir de yoldaşa ihtiyacınız var. Cesaret demiş iken cesaretin gereksinimlerinden biri de risk almaktır. Gidilecek yer hakkında maksimum düşünme ve planlama süresi 2-3 gün olmalı, gerisi risk almak olmalıdır. Bugüne kadar yaptığım kamplardan elde ettiğim tecrübeyle, kampa anlam katan boyutun planlı yapılan işlerin dışında sizi bekleyen sürprizler olduğu kanaatini taşımaktayım.
Yine bizi bekleyen sürprizlerin ne olduğunu bilmeden, şehir yaşamından ve beton yığınlarından uzaklaşıp bir süreliğine nefes almak için planlama süresi 12 saatten az olan bir kış kampı için Kuzuyayla Tabiat Parkı (Kartepe/Kocaeli) istikâmetine doğru yola çıkıyoruz. İstanbul’a yaklaşık 140 kilometre uzaklıkta bulunan Kuzuyayla Tabiat Parkı kış mevsiminin geç bittiği, kar boyunun iki metreden fazla ve çoğu zaman yolların kapalı olduğu bir mevkide bulunuyor. Hava durumu, kamp planlarken vazgeçilmez unsurlardan biri. Kuzuyayla, 1390 metre rakımından ötürü hava durumu açısından pek garantisi olmayan bir lokasyona sahip. İlk kez kamp yapacaklara tavsiyem, ilk kamplarını sıcak aylara denk getirmeleri yönünde. Kış kampları ayrıca tecrübe gerektirdiğinden dolayı hafızanızda kampla alakalı tatlı olmayan anılar birikebilir.
İstanbul’a yakın olması sebebiyle sabah erkenden yola çıkmayı planladığımız fakat daha İstanbul’da iken sürprizlerin boy gösterdiği kamp macerası, eksiklerimizi tamamlayıp saat 13.00’de yola çıkmamızla başladı. Normalde kamplarımızın hepsinde kahvaltıyı orada yapacak şekilde yolda olur ve kamp yerine erkenden ulaşmış oluruz fakat daha yola çıkmadan başımıza gelen aksilikler kampın meşakkatli olacağının habercisi gibiydi. İstanbul trafiğini atlatmalı, hava kararmadan kamp yerine ulaşmalı, çadır kurmalı, odun toplamalı ve ateşimizi yakmalıydık. Verdiğimiz yakıt ve ihtiyaç molasıyla birlikte kamp alanına ulaşmamız 15.50’yi bulmuştu. Yolculuk boyunca tartıştığımız ‘’Önce yol mu yoksa yoldaş mı?’’ sorusunun cevabını sanırım kamp sonunda eve dönerken almış olacaktık.
Yolun büyük bir kısmında bize eşlik eden körfez manzarasının yerini iğne yapraklı çamlar ve evlerin kaybolduğu kar kütleleri almıştı. Yolun yeni temizlendiği, sağa sola acemice saçılmış tuzlardan belliydi. Aksi halde sadece kar lastiği ile çıkmamız mümkün olmayabilirdi. Mâşukiye’yi geçtikten yaklaşık 9 kilometre sonra Kuzuyayla Tabiat Parkı girişine vardık. Tabiat parkına girişler ücretli ama bir süredir gişe çalışmadığından giriş ücretini alan kimse yoktu. Masraf azaldı diye düşünürken yukarıda Nedim Amca karşıladı bizi. Kamp alanımıza yakın bir yerde bulunan bir restoranda kalıp, yaklaşık 20 yıldır geceleri bekçilik yapan Nedim Amca, 20 lira olan giriş ücretini hava kararmadan alıp gitmişti bile. Galiba her yılı için 1 lira almıştı.
Tabiat parkının girişinden itibaren yaklaşık 4 kilometrelik bir yokuşu tırmanıp zirveye ulaşmıştık. Buna gökyüzüne yakın olma isteği diyebiliriz.
Gidilecek yerlerde başka insanların da olması kampı daha güvenli kılan bir etkendir fakat hafta içi olduğundan dolayı kamp alanında günübirlik piknikçiler ve kızakla kaymaya gelenler dışında kimsecikler yoktu. Aracı kendimizce uygun gördüğümüz bir yere park ettikten sonra uygun kamp alanı bulmak için ormanın içine daldık. Kış kamplarında aracınıza ulaşılabilir mesafede olmanız, malzeme taşıma kolaylığı açısından önemli.
Meteoroloji, gece sıcaklığın sıfırın altında ve rüzgârın çok şiddetli olacağının müjdesini çoktan vermişti bile. Bu yüzden bizi rüzgârdan koruyacak bir alanda kamp yapmalıydık. Sıklaşmış ağaçların dipleri buna uygundu fakat ağaçlarda biriken kar kütlelerinin çadıra düşme ihtimalini göz önünde bulundurarak daha açık bir alana veyahut dalları olmayan ağaç diplerine çadırı kurmalıydık.
Rüzgârı kesmesi için karın içinde bir oda yapma, en doğru kararımızdı galiba. Kürekler ile karı bir insan boyu kazmayı başardık fakat zaman aleyhimize işliyor, gün ışığını kaybediyorduk. Çok geçmeden kardan kare şeklinde bir bölüm kazmış hatta basamak bile yapmıştık. Çadırımız hızlı kurulan çadırlardan olduğu için kurulumu 10 dakika gibi bir süreyi anca almıştı. Çadırın içine matlarımızı yere sermiş, ekstra bir de battaniye kullanmıştık yalıtım için. Uyku tulumlarını kılıflarından çıkarıp, çadırı fermuarından kapatmıştık. Odamızın hemen yanında bir bölüm daha kazıp ateş için uygun hale getirmiş, rüzgârı kesmesi için oraya da kardan duvarlar örmüştük. Zaman daralıyor, evlerine dönüş yapan günübirlikçiler gittikçe yalnızlaşıyorduk.
Ormanın derinliklerine doğru odun toplamaya çıktık, elimizde baltalarımızla ormanın gizemine kapılmışçasına. Doğaya zarar vermeme hassasiyeti içinde kuru dalları bulup seçmeliydik. Kırılınca geride hiçbir bağ bırakmayan odunlar, kurumuş olanlardı. Tıpkı kuruyan her şey gibi. Geceye yetecek kadar odun toplayıp çadır kurduğumuz alana geri döndük.
Ateş yakmak için zorlandığımızda, imdadımıza getirdiğimiz kömürler yetişmişti. Daha önce yanmış kömürler. Sadakat idi sanırım bu. Daha önce yaktığın ateşin küllerinden yeniden ateş yakabilmek. Bütün bunlar zihnimden geçerken kış kamplarının vazgeçilmezi olan sucuk vardı mangalda. Birden çıkardığı cızırtı sesiyle irkildim. Dalmışım, gözlerim ormanın derinliklerinde. Yoldaşım müdahil oluyor:
- Yandı, Murat yandı!
Hiç istifimi bozmadan cevap veriyorum.
- Yandı, evet.
Bir tarafı yanık sucukları iştahla yerken, tedbir olarak yanımıza aldığımız köfteler pişiyor ateşte.
Yemeğimizi yedikten sonra közleri ziyan etmeden ateşi harlıyoruz, tenekede. Karın içinde ateş yakamayacağımız için tenekeye ihtiyaç duyuyoruz. Bir yandan topladığımız odunları parçalıyor öte yandan ateşi harlamak için çabalıyoruz.
Günü ve çayı aynı anda demledik. Gün ışığı tamamen yitmiş, yerini ağaçların arasından süzülen ay ışığı almıştı. Yaktığımız kızıl sıcaklık ayaklarımızı ısıtıyor, yansıması yüzümüze vuruyordu. Aldım defterimi elime, karaladım üç beş satır. Kelimeler ile konuşuyor gibiyim. Nereye varacaklarını bilmeden. Gecenin gizemi gittikçe artıyor, yoldaşım da bir yandan getirdiğimiz kafa lambası yardımıyla kitap okumaya çalışıyor, nefes alıyordu. Derin bir sessizlik var etrafta, belki de gönlümüzde.
Sahte ışıklardan kurtulmuş, yıldızların ve ayın ışığına teslim etmiştik gecemizi. Gündüzünde odun toplamak için çıktığımız orman geliyor aklıma. Var olmak için çabalayanların ayak izlerinin birkaç saat sonra silindiği patika yollar. Tıpkı insan hafızası gibi.
Uzaklardan sesler geliyordu yakınlaşırcasına. Soluk sesleri gibiydi. Yaptığımız araştırmalara ve Nedim Amcadan aldığımız bilgilere bakılırsa ayı, kurt ve tilki gibi yabani hayvan bakımından hiç de fakir olmayan bir yerdeydik. Yabani… Yani yabanda yaşayan. Peki ya bizim yaşadığımız yerler, asıl yaban oralar değil mi?
Sanırım artık sırtımızda taşıdığımız evimize geçme vakti gelmişti. Çadırın fermuarlarını açarken yoldaşımın “içeri geçince ışığı açar mısın?” demesiyle gece boyunca hiç konuşmadığımızı fark etmiştim. Konuşmaya gerek var mıydı ki? Arka planda çalan ezgi anlatmaz mıydı her şeyi? Ya ateşte kırmızı olan o gözler? O da mı anlatmazdı?
- Bırak kapalı kalsın. Yunus biliyor musun?
- Neyi?
- Bu çadıra her uzandığımda sanki kabrin provasını yapıyormuş gibi hissediyorum.
Sessizlik devam etti.
İstediğim manzaraya istediğim zaman kurabildiğim, kira derdi olmayan sırtımdaki evim âdeta diriler kabri gibiydi. Tefekkür… Kendi içinde alınan kararlar… Derken rüzgârın uğultusu şiddetini ele veriyordu.
Uyku tulumunun içinde solucana benzer halimize güldük bir süre. Geçmiş kamplardan elde ettiğim tecrübeyle uyumam gerektiğini biliyor, vakit geçtikçe artacak seslerin hem cesaretimi kıracağını hem de uyutmayacağının farkındaydım. Yoldaşımın ilk kampıydı, onun da bunu tecrübe etmesi gerekiyordu herhalde. Ama tecrübeler pahalıdır, uyuyamamış. Gece defalarca uyandırmaya çalışmış beni, kısık bir ses tonuyla. Sesinin artan şiddetiyle uyandım. Yarı uykulu gözler ile:
- Hayırdır, ne oldu?
- Duymuyor musun? Çadırın dibine kadar gelmişler.
Seslerin sahipleri çadırın içindeymiş gibiydi. Gece uyurken başımın altına aldığım kamp bıçağını elimle yokladım. Bıçağı bulduktan sonra, tamam, hadi uyu yok bir şey deyip uyumaya devam ettim. İnsanoğlu işte, bir metal parçasına itimat ediyor.
Sabah namazına uyandığımda yoldaşım benden önce uyanmış, belki de hiç uyumamıştı. Ateş yakıp kahvaltı yapmak vardı planımızda fakat yoldaşımın tedirgin hâli sabahın köründe apar topar toplatmıştı çadırımızı. Unutmadan söyleyeyim: ortak kararla ‘Önce yoldaş sonra yol.’ dedik.
Aldık yine evimizi sırtımıza, düştük yine yollara. Dönüş, yabana.
Söz&Kalem - Murat ÇÖKLÜ