Son günlerini geçiriyordu. Belki de artık son saatlerini...
Nefes almakta bir hayli güçlük çekiyor, solunum cihazı ile sönen ciğerlerine kısa da olsa mühlet tanıyordu. Yorulmuştu, yaşlanmıştı, yıpranmıştı. Geçen 10 gün boyunca kendisine musallat olan hastalık nedeniyle acılar içinde kıvranmıştı Osman Bey.
Bir taziye evinde, annesinin cenazesinde ölümün ağızlarda bıraktığı kekremsi tadı almış, bütün dünyanın bıkkın surette muzdarip olduğu boğucu bir illete müptela olmuştu. Nitekim annesi de aynı illete yenik düşmüştü.
Dünyevi ölçülere denk düşen bir tabir ile Karun kadar zengin bir adamdı Osman Bey. Evleri, arabaları, arazi ve devre mülkleri vardı. Hayat boyunca bir karınca performansı ve istifçiliğiyle çok çalışmış, çok kazanmış; yıllar yılı her geleni üst üste koyarak görkemli adını sahip olduğu her şeyin başköşesine yazdırmıştı.
Öngörüsü yüksek bir ticaret adamıydı Osman Bey. Satın aldığı bir mülk kısa sürede kat be kat kıymetlenirdi. Tecrübeli bir tüccar, saçları değirmende ağarmayan; bilakis yurt dışı gezilerinde dökülen eski bir piyasa kurduydu.
Kazanmak uğruna her şeyi feda edebilirdi Osman Bey. Her yol meşru ve mübahtı kazanmak için. Her şey rakamsaldı ve yüksek meblağlar, yeşil desteler hayatın tek önemli gerçeğiydi. Onun bulunduğu dünya içinde hayat ve insana dair yüksek ideallere ve ahlaki sınırlara yer yoktu. Menfaatlerin bol yağlı olduğu küfürbaz ortamlarda doğru ve yanlışların başını önüne eğerek sükût etmesi gerekirdi. Osman Bey böyle düşünüyor, mû be mû böyle yaşıyordu.
Etrafı her zaman kalabalıktı Osman Bey’in. Yanı başından ayrılmayan, kovsa da gitmeyen bir sürü akrabası vardı. Her yanlışını zenginliği vesilesiyle tolere edebilen, kırılmayan, gücenmeyen ve Osman Bey onlara bir kuru ekmeği çok görse bile; yine de ısrarlı ve kararlı bir biçimde maddi beklentiler içinde olmayı sürdüren tefekkür fukarası akrabaları…
Gittikleri her yerde onun servetinden, geçen hafta aldıklarından, kızının düğününde kaç kilo altın takıldığından, evinin bir odasının para ile dolu olduğundan bahseden, abarttıkça abartan, büyüttükçe büyüten ve her fırsatta ücretsiz reklam alanı olarak çalışan zer ve zor aşığı akrabalarını o da çok iyi tanıyordu aslında. Fakat o da bu amatör tiyatroya ustaca eşlik etmeyi seviyor; abartılı övgülerden o da hoşlanıyordu.
Çocukları vardı Osman Bey’in... Çocukları da mütemadiyen bu tiyatronun eksilmez birer parçasıydı. Birbirlerine hiç benzemeyen, birbirlerini asla sevmeyen, babalarının zengin gözlerine girmek için kırk takla atan ve babaları karşısında kardeşlerini tehdit görerek kuyusunu kazmaktan sakınmayan çocuklar. Evvelemirde en büyük oğlu kardeşler arasındaki bu kör ihtirasların kurbanı olmuş, aileden kovulmuş, evlatlıktan reddedilme noktasına kadar gelmiş idi.
Çocukları için elinden gelenin fazlasını yaptığına inanıyordu. Okumak isteyeni okutmuş, evlenmek isteyeni vakti zamanı gelince baş göz etmişti. Ev vermişti. Araba vermişti. Maaş bağlamıştı. Daha ne olsundu. Dış dünyaya karşı ne kadar hesaplı ise aile efradına o kadar cömertti. Bir baba, bir evlada daha ne verebilirdi ki?
İşlerinin son durumunu düşündü Osman Bey. Önümüzdeki yıl için bir takım planları vardı. Yeni yerli plaka araçlar alınacak, eski modeller satılacak, dışarıdan tüm biriken ödemeler tahsil edilecek, birkaç yıl evvel kurdukları bu öyküde ismini vermek istemediğimiz fakat çok da uzak olmayan bir Avrupa ülkesinde bulunan şirketin işlerine de bu önümüzdeki yıl ivme kazandırılacaktı.
Çekler, senetler, alacak, verecekler bitmiyordu. Hesaplar uzun vadeliydi. Fakat can borcu taksitle ödenebilecek bir borç değildi. Şairin dediği gibi ölüm aslında herkesin gizli mesleğiydi. Bütün tahsil, formasyon ve ticari tecrübeleri bir kenara koyan en hakiki meslekti…
Osman Bey bütün bunları “Hayat” adlı film şeridini gözden geçirirken usulca seyretti. Hastanenin beyaz tavanında bir projektörün solgun yansımasını görür gibi izliyordu kendini…
Fena bulan mazi ve meçhul olan müstakbel arasında sıkışıp kalmış, bunca zaman boyunca çürük bir ipliğe hülya dizmişti. Ölüm, şimdi siyah kaplı bir muska gibi gerdanında asılı duruyordu. Hayat boyu kazandığı her şey miras kategorisine girmek üzereydi. Tam bu esnada ortanca oğlu, hastanede babasının yanında durmak yerine, babasının şirket hesaplarını boşaltıyor, tedbir konulma durumunu bertaraf etmek için kendince bir tedbir alıyordu.
Osman Bey, bütün yaşamı boyunca yaptığı yanlışları, hataları, günahları düşündü. Pişmanlıklar yaşadı, keşkeler dilendi. Elde ettiği her şeyin bir rüyadan kalkarken rüyada kalması gibi, sahip olduğu her şeyi bırakıp uyanacak olması çok zor geliyordu.
Son dakikalarında ağrıları azaldı. Biraz kendisine gelir gibi oldu. Nihayet onu boğmakta olan şey, onu kahreden, ona son günlerini zehir eden şey içinde şiddetlendi. Etrafına bakındı. Sesler birbirine karıştı. Görüntüler bulanıklaştı. Kulağında birkaç kez kelime-i tevhid sesleri çınladı. Gözleri gidip geldi ve bu dünyadan bir daha dönmemek üzere göç etti.
Öykü yazarı duvarda asılı duran Karahindiba tablosuna baktı. Bir adam elinde tuttuğu karahindiba çiçeğinin solan yapraklarına üflüyordu. Toz taneleri gibi rüzgarda uçuşuyordu solgun yapraklar. Kala kala kuru bir dal kalıyordu çiçekten geriye. Öykü yazarı, karahindiba çiçeğinin bu halinin eşsiz romantizmine kapılırken, yaşamın kendisine de ne çok benzediğini hissetti. Avucumuzda tuttuğumuz her şeyin, verdiğimiz son bir nefesle nasıl da uçup gittiğini hissetti. Geride yalnızca kuru bir dalın, birkaç mütebessim fotoğrafın kaldığını fark etti.
Akabinde Osman Bey’in hazin ölümünü düşündü. Bütün umutsuzluk ve çaresizliğiyle adeta bir idam mahkûmu gibiydi. Öykü yazarına göre ihtiyar bir ölüm üzerine yazılmış antrasit rengi bir öyküde ölümden başka yol yoktu. Çehov’un görünen tüfeğin mutlaka patlaması gibi burada da başkarakterin trajik bir ölümden başka çaresi kalmıyordu. Diğer bir yandan da ölümün tecrübe edilemezliğini de düşünmüyor değildi. İnsan, hiç yaşamadığı bir şeyi tasvir edebilir miydi? Bundan aslına bakılırsa pek emin değildi…
Öykü yazarı “Bu akıbet her an benim de başıma gelebilir…” diye düşünerek evvela dehşete kapıldı. Ama hemen sonra nasıl olduğunu kendisi de anlamadı. Bütün yaşananların onun değil Osman Bey’in şahsi hikâyesi, şahsi ölümü ve şahsi meselesi olduğu düşüncesi yardımına yetişti.
Nihayet irfan ve aşk ehlinin ölüme dair konuşmaları geldi kulağına. Ölümün soğuk yüzü aydınlandı, asude bahar ülkesi oldu. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz fermanını hatırladı. Öyküsünün başkarakteri Osman Bey’e rahmet diledi. Kalkıp demli bir çay demledi…
Orhan Özsoy