Söz&Kalem Dergisi - Yunus Çetin
Köyden uzak tenha bir tepelikte yürüyüşe çıkmıştı. Nefes nefese kalmıştı. Alışık değildi bu tarz doğa yürüyüşlerine. Şöyle bir seyretti çevresini. İlkbahar mevsiminin ortalarıydı. Otlar taze, yemyeşil ve uzuncaydı. Her tarafta rengârenk çiçekler açmıştı. Etraf mis gibi çiçek ve tazelik kokuyordu. Yürümeye devam etti. Ayakları otların arasında kaybolduğu için adımlarını dikkatli atıyordu. Güzüne diğer çiçeklerden ayrı tek başına açmış sarı bir çiçek ilişti. Çiçeğe yanaştı ve yakın bir kayalığa oturuverdi. Ardından zihninden geçen düşüncelerin dilinden akmasına izin verdi:
“Şşş sarıçiçek… Kızma ama bir şey soracağım. Kimsenin umurunda olmayan bir dağın başında, kimsenin uğramadığı kuytu bir yerde açmışsın. Ne değerin var şimdi? Ne amacın var? Ha çiçek? Ne amacın var söyle? Amacın varsa da amacını gerçekleştirmenin ne önemi var? Kim bilecek bir şeyler yaptığını, senden başka?”
Bir an sorguladı kendini. Ne yapıyordu? Yine de devam etmek istedi.
“Siz çiçekleri anlamıyorum. Bana çok saf geliyorsunuz. Sana soruyorum çiçek! İki hafta, üç hafta, dört ay, beş ay açmanın ne önemi var? Bir kaç saniyede açılıp solmanla bir farkı var mı? Ya da hiç açmamanla? Kimin umurundasın çiçek? İstediğin kadar güzel görün! Dünyanın en güzel yaprakları senin olsun. En baş döndürücü kokuya sahip ol. Tadın da bir o kadar lezzetli olsun. Ne değerin var? Kimse görmedi seni. Kimse koklamadı, tatmadı. Kimse takmadı.”
Durakladı. Aslında şu an kendisinin çiçeği taktığını fark etti. İstifini bozmadan devam etti:
“Hadi seni ben gördüm. Ya görülmeyen onca çiçek? Onlara ne demeli? Çıktılar bir yerlerden. Uzadılar, açtılar, en fazla birkaç arıya böceğe kur yaptılar sonra da solup gittiler. Yazık… Kesinlikle acınası bir hal. İşte bu kadarsınız çiçek!”
Bakışları uzaklardaydı. Başını çevirdi, sulanmış gözlerini çiçeğe dikti iyice. Çiçek yumuşak rüzgâra karşı hafifçe sallanıyordu. Sinirlenmiş gibiydi genç:
“Bir de şu kendinden emin duruşun yok mu? Öyle sinir bozucu ki. Dünyanın en gözde şeyiymiş de yokluğu âlemi kedere boğacak sanki!”
Bu defa tüm bedeniyle çiçeğe döndü ve titreyen sesiyle devam etti:
“Bir önemin yok çiçek! Var mı? Varsa göster! Bellet bana! Nedir önemin? Yok işte! O halde nereden geliyor bu kibrin. Kimsin sen! Ne diye açıyorsun sürekli. Açma artık. Açmayı bırak! Yerinde olsaydım bir daha çıkmazdım gün yüzüne! Senden öncekiler açtılar da ne oldu. Ne değişti?”
Alaycı bir gülümseme aldı yüzünü.
“Nerden bileceksin ki? Hiç bir şeyden haberi olmayan akılsız bir bitki parçasısın sadece. Peh! Neden muhatap alıyorsam sanki. Şimdi seni tutup koparsam ne yapabilirsin ki? Ha! İstersem anında koparırım! Koparayım mı?”
Kendini tam kaptırmışken uzaktan birinin geldiğini görür. Gelen, köyün yaşlılarından biriydi. Beli hafif büküktü ve omzunda yıpranmış bir çanta vardı. Küçük adımlarla ilerliyordu. Gözleri bir şeyler arıyor gibiydi. Sonunda gence iyice yaklaşınca gözlerini kısıp baştan aşağı süzmeye başladı. Genci tanıyamadığı belliydi.
Genç istemsizce ayağa kalktı. Selam verme ihtiyacı hissetti.
“Merhaba amca.”
Yaşlı adam kısık ve düşünceli bir şekilde karşılık verdi.
“Aleykümselam…”
Genci biraz daha süzdükten sonra ona:
“Kimin oğlusun?”
“Sadık’ın oğluyum. Usame’nin oğlu Sadık var ya…”
“Heee…”
Yaşlı adam eğilip sarıçiçeğin gövdesini hafifçe kavradı ve yumuşakça çekti. Çiçek köküyle birlikte usulca kaydı. Sonra doğrulup çiçeği belindeki çantaya koydu. Ardından “Baban nasıl?” diye sordu gence.
Gencin gözleri büyümüştü. Az önce azarladığı çiçeği yaşlı adam kökünden sökmüştü. Zihni bir anda durmuştu. Ne diyeceğini ne düşüneceğini anlayamamıştı.
Yaşlı adam cevabını alamayınca tekrar sordu.
“He? Baban nasıl?”
Genç soruyu daha yeni duymuştu. Toparlanıp cevap verdi.
“İyi çok şükür. Ne yapsın? Biz de tatile geldik işte beraber. Bir hafta buralardayız.”
“Heee… İyi yapmışsınız. Adın nedir?”
“Kerem benim adım.”
“Kerem… Anladım. Köyümüz güzeldir haa… Değil mi?”
“Evet gerçekten de köy çok güzel. Her taraf yemyeşil.”
“hee… Hadi Allah’a ısmarladık.”
“Güle güle…”
Yaşlı adam yine küçük adımlarla yoluna devam etti. Kerem arkasından öylece bakakaldı. Aklında hala sarıçiçek vardı. Toprağa, Sarıçiçeğin söküldüğü yere baktı. Az önce iğnelediği çiçek şimdi yoktu.
Çiçeğe diyordu ama peki şu ihtiyar gibilerinin bu dünyada işi ne? Onlar ne işe yarıyorlar? Zavallı aciz çiçeklerden ne farkları var bu insanların? Yaşadığımız dünya ihtiyarlara uygun bir yer değil! Bu fikirler yaşlı adama sinirlendiği için zihninde koşturuyordu. Bir koydun mu canı çıkacak, anında yere yığılacak şimdi!
Yaşlı adamın peşine takılmaya karar verdi. Hızlı adımlarla yanına vardı ve ona eşlik etmeye başladı. Yaşlı adam sorgulayıcı bakışlar atınca genç lafa girmek zorunda kaldı.
“O çiçeği neden kopardın?”
Yaşlı adam çantasına baktı.
“Bunu mu?”
“Evet”
“Kızım hasta. Rahatsızlığı var. Ona şifa olsun diye topluyorum.”
“Ne ki bu çiçek? Ne işe yarıyor?”
“Bunun çayını yapıyorsun. İçiyorsun. Ağrılara çok iyi geliyor. Özellikle kadınlar için şifadır.”
Hasta kız lafını duyunca biraz yumuşadı genç. Yaşlı adam bir soru yöneltti.
“Adı ne biliyor musun?”
“Hayır.”
“Civanperçemi…”
“Civanperçemi mi?”
Yaşlı adam yerde başka bir civanperçemi daha görünce onu da sökmek için eğildi. Eğilirken de konuşmasını sürdürdü.
“Hee… Niye adı civanperçemi onu biliyor musun?”
“Niye?”
“Civan yiğittir. Yiğit, cesur, civanmert… Aynı senin gibi hehe…”
Genç de zoraki gülümsedi.
“Perçem ne peki?”
Yaşlı adam elini yumruk yapıp başının üst arka kısmına değdirdi.
“Perçem de saçını tokayla bağlıyorsun ya... Hah işte o kısım perçemdir. Eskiden yiğitler saçlarını uzatırlardı. Gözlerine girmesin diye de bağlarlardı. O bağladıkları yer işte… Anladın mı?”
“Çiçeğe neden civan perçemi demişler ki?”
Yaşlı adam elini çantasına atıp bir demet halinde civanperçemi çıkarır.
“Civan yiğitler, yaralandıklarında yaralarına civanperçemi koyuyorlardı. Çok iyi bir ağrı kesici… Yaraları hemen iyileşirmiş.”
Yaşlı adam elindeki demeti Kerem’e uzattı. Kerem demeti aldı ve kokladı.
“O yüzden tüm civanlar yanlarında mutlaka bu çiçeği bulundururlarmış. İşte elindeki gibi… Perçem gibi göründüğü için de civanların perçemi civanperçemi demişler eskiler. Anladın mı civan hehe?”
Kerem bu sefer daha rahat gülümseyebildi.
“Evet anladım amca.”
Bir süre sessizce yürüdüler. Dil sussa da zihin durmak bilmiyordu. Kerem ihtiyar için düşündüklerinden dolayı biraz mahcup hissetmişti. Ancak düşündüğü başka bir şey daha vardı. Hayatını sorguladı. Bu çiçeğin bile kendisinden daha fazla işe yaradığını düşündü. Kendisi ne başarmıştı şimdiye kadar? Ne katkısı vardı insanlığa, evrene? On dokuz yıl hayattaydı. Şu on dokuz yıl boyunca yaşamış olmasının ne anlamı vardı? Bundan sonra da bir değişiklik olacağını sanmıyordu. Yine başarısız sınavlar… Yine milletin darlayan soruları... Alaycı, küçümseyici bakışlar… Yine babanın akrabaları arasında gözlerini senden kaçırması… Senden utanması… Bu yüzden tatillerden, memleketten, akrabalardan, okumaktan nefret ediyordu artık.
İleride daha fazla civanperçemi buldular. Yaşlı adam onları toplamaya koyuldu. Kerem de çömeldi. Çiçeklere baktı. O da koparmak istedi yaşlı adama yardım etmek için. Tuttu birini gövdesinden ve çekti. Çiçek ikiye bölündü. Yarısı Kerem’in diğer yarısı torakta kaldı. Yaşlı adam bunu görünce müdahale etti.
“Öyle değil. Bak şöyle.”
Yaşlı adam başka bir çiçeği tutup hafifçe çekti. Çiçek köküyle birlikte çıkıverdi.
“Anladın mı? Öbür türlü çiçeğin canını yakarsın.”
Kerem ayağa kalktı birden. Yaşlı adam şaşırdı, böyle bir hareket beklemiyordu. İçerlenmişti Kerem.
“Yansın ne olacak. Çiçeğin aklı var mı ki bunu anlasın!”
“Akılsızsa zulüm edebilirsin. Öyle mi yeğen?”
“Kökünden sökünce zulüm olmuyor mu? Ha kökünden ha gövdesinden! Her türlü ölüyor zaten! Öldürmenin kendisi zulüm değil mi?”
“Değerli, anlamlı bir amaç içinse değil.”
Kerem duraksadı birden. Anlamlı bir amaç derken? Anlayamamıştı. Bu yaşlı adam ne demek istiyordu? İstemsizce sordu:
“Ne?”
Yaşlı adam da ayağa kalkıp elinden tuttu ve çekti. Kerem karşı koymadı. Birlikte ilerideki beyaza bürünmüş elma ağacının altına çömeldiler.
“Gel otur şöyle. Bak yeğenim. Demin sana şu çiçekcağızın faydalarını anlattım değil mi?”
“Evet”
“Şimdi ben çiçeği söküp kullanmaz isem bunun faydaları ortaya çıkar mı? Çıkmaz. Aksine ben onu kullanıp şifa bulunca bu bitki değer kazanıyor. Demek ki şu bitki kendisini insana feda edince değeri ortaya çıkıyor. Şunu unutma yeğenim. Bu dünyada şöyle bir kural var. Senden daha üstün olana boyun eğersen değer kazanırsın.”
Kerem itiraz etti hemen.
“O zaman tüm fakirler zenginlere boyun eğsin. Tüm zayıf insanlar güçlü insanlara hizmet etsin! Nasıl bir mantık bu amca?”
Yaşlı adam gülümsedi.
“Öyle değil. Öyle değil yeğen… Hiçbir insan hiçbir insandan üstün değil. Ben şunu söylüyorum. Bak elimdeki bitkinin aklı var mı? Yok. Canlılar aleminde hayvandan ve insandan aşağıda zavallım. Ancak bir hayvan veya insan ondan istifade ettiğinde ne kadar da değerli olduğu ortaya çıkıyor. Yine hayvan mertebesi insanınkinden düşük. Ancak insana hizmette bulundukça ne kadar değerli oldukları ortaya çıkıyor.”
Kerem yine araya girer.
“Senin için değerli ama hayvan ya da bitki için değil belki de. Sen değerli olduğunu söylüyorsun. Belki de onlar için ölmek kötü bir şeydir.”
“Onların aklı var mı ki ölümün kötü bir şey olduğunu düşünsünler?”
Afallamıştı Kerem. İhtiyar onu kendi sözüyle vurmuştu. Yaşlı adam sözüne devam etti.
“Eğer bitkide akıl ve irade olsaydı veya hayvanda, elbette dediğin doğruydu. Ancak olmadığı için bu yolla değerleri ortaya çıkıyor. Hatta akıllarının, şuurlarının olmaması Allah’ın onlara merhametini gösteriyor.”
Kerem’in aklında onlarca soru vardı. İlk defa böyle hissetmişti. Ama bu durum hoşuna gitmişti. Yaşlı adamı daha fazla dinlemek istiyordu. Zaten ihtiyar da konuşmasını bitirmemişti.
“İnsana gelinceee... İnsan da kendisinden üstün olana boyun eğmeli. Ancak ondan üstün olan yine onun gibi akıl sahibi diğer insanlar arasında mı bulunuyor? Hayır. Onların dışında aklın da ötesinde olan birine yani yaratıcısına boyun eğmeli. Ancak o zaman değerli ve anlamlı bir hayat yaşamış olur. Maddi anlamda bir şey elde etmese bile aslında değeri artar. Allah alır seni. İmtihanlara sokar. Derdinin üstüne dert katar. Benim şu çiçekcağıza yaptığımın daha ağırını sana yaşatır. Ta ki sen pişene kadar. Ta ki değerin ortaya çıkana kadar. Bu düzen böyle yeğen. Kabullenip yaşarsan anlarsın ne demek istediğimi.”
Yaşlı adam ayağa kalktı. Gülümsedi.
“Neyse… Başını da şişirdik değil mi? Gitsem iyi olacak. Geç oldu. Hadi Allah’a ısmarladık civan.”
“Kimsin sen amca?”
“Mühim biri değilim. Sen beni Risale-i Nur talebesi bil.”
Ardından yine küçük adımlarla uzaklaştı yaşlı adam. Üşüdüğünü hissetti Kerem. Yumuşak serin bir rüzgâr esmeye başlamıştı çünkü. Şöyle bir seyretti etrafını. Güneş batıyordu. Gökyüzü turuncuya boyanmıştı. Rüzgârın etkisiyle tomurcukları çiçek açmış elma ağacından küçük beyaz yapraklar dökülüyordu.
İçinde bir geç kalmışlık hissi oluştu Kerem’in. Eve doğru yürürken aklında daha önce çok defa duymuş olduğu ancak hiç okumaya yanaşmadığı “Risale-i Nur” vardı.