Söz&Kalem Dergisi - Elif Yağar Aslan
Geceden bu yana yatağının kenarına oturmuş, elinde tuttuğu bir parça kâğıda gözlerini dikmişti. Sayamayacağı kadar çok kez okumuştu ama tekrar okudu. Gözlerini yumduğunda birkaç damla yaş süzüldü yanaklarına. Üzüntü ve ağlamalarla geçen günlerden sonra tam kendini toparlamak üzere iken babası, dedesinin bir mektup bıraktığını söylemişti. Mektubu okurken dedesini sanki bugün kaybetmiş gibi tekrar hüzne boğulmuştu hâlbuki aradan günler geçmişti.
Gün henüz aydınlanmıştı. Oturduğu yerden doğruldu ve kapıya yöneldi. Yavaş adımlarla holde ilerleyerek dedesinin odasına ulaştı. Bu kapıya her geldiğinde kaç yaşında olursa olsun kapıyı heyecanla açar, ‘dedeciğim’ diyerek içeri girer ve dedesine sarılırdı. Sare dört yaşında iken dedesi kendileriyle yaşamaya başlamış ve o günden bu yana aralarında dede-torun, hoca-talebe, baba-kız ve iki dost minvalinde manevi bağlar kurulmuştu. Okumayı ve okudukları üzerine konuşmayı çok seven Sare, dedesinin küçük bir portresi gibiydi. Dedesini kaybetmek ona son derece ağır gelmişti. Şimdi ise dedesinin yalnız başına girmesine müsaade etmediği, hatta yalnızca dedesinin izin verdiği kitaplara dokunabildiği kütüphanesinin kapısındaydı. Birkaç saat önce dedesinin bu kütüphaneyi kendisine bıraktığını öğrenmişti fakat buraya dedesi olmadan girmek ona ağır geliyordu.
Mektubun içinde olduğu zarftan bir anahtar çıkartarak kapıyı yavaşça açtı. Bu, Sare için oldukça duygusal bir andı. Dedesinin masasına doğru yürüdü, okuduğu son kitap, aldığı notlar masada öylece yarım kalmıştı. Sare, ölümün ne kadar ani olduğunu düşündü; hâlbuki dedesiyle konuşacak ve kendisine soracak çok şeyi vardı. Daha fazla duramadı içerde, odadan çıktı ve kapıyı tekrar kilitledi.
***
Aradan haftalar geçiyor, Sare dedesinin yokluğuna alışmaya çalışıyordu. Hayat bu ya, giden gidiyor kalanlar ise yaşıyor gibi davranmaya çalışıyordu. Sare, dedesine olan özlemini bir nebze olsun gidermek adına dedesinin odasında vakit geçirmek istiyordu. Odada yatak, dolap, çalışma masası ve büyük bir kitaplık vardı. Zira dedesinin o kadar çok kitabı vardı ki, evin en büyük odasını kitaplık olarak düzenlemişlerdi. 80 senelik ömrünün meyvesiydi kitapları. Tabi okuduğu kitaplar bunlarla sınırlı değildi. Sare, bunları düşünerek dedesinin odasının içinde bir o yana bir bu yana gidiyordu. Eskiden kalma alışkanlığı ile kitaplara izinsiz dokunmak istemiyordu ama ne yazık ki izin alacağı kişi de çoktan gözlerini yummuştu bu fani hayata.
Bir cesaretle kitaplığa yöneldi. Uzun bir süre kitapları inceledi, bu ona iyi gelmişti. Derken raflarda eski kapaklı bir kitap dikkatini çekti, kitabı aldı ve dedesinin masasına doğru yöneldi. Kapağını açtığında bir hayli şaşırdı. Zira bu kitap değildi, kitap şeklinde tasarlanmış bir kutuydu. Bu gizemli kutuda pusulaya benzeyen bir saatten başka bir şey yoktu. Sare, saati eline aldı ve kurcalamaya başladı. Saatin her iki yanında saati ayarlamak için kullanılan küçük vidalar vardı. Bu vidalardan birini çevirince akrep ve yelkovan hareket etti. ‘Peki diğer vida neden var?’ diye sordu kendi kendine.
Merakına yenik düşen Sare, diğer vidayı da çevirdi. Fakat saatte hiçbir şey değişmedi. Sandalyesinin sallanmasıyla irkilen Sare, kafasını kaldırdığında odanın etrafında hızla döndüğünü fark etti. Korku ile yerinden kalktı ama artık dedesinin odasında değildi. Etrafı incelerken daha da irkildi, yaşadığı şeye anlam veremiyordu. Bir insan boyundan daha kısa kapıları olan, duvarlarında gömme raflarıyla taştan bir evin girişindeydi. Sağda ki kapıdan içeri doğru yöneldi. İçeride ellili yaşlarında bir adam rahlesindeki deftere yazı yazıyordu. Odada duvarların gömme raflarına dizilmiş birçok kitap, yerde eski bir halı vardı.
‘Gel Sare! Rahlemin önüne otur’, dedi yaşlı adam. Sare irkilerek; ‘Adımı nerden biliyorsunuz, siz kimsiniz, burası neresi?’ diyerek bir kerede tüm sorularını adama yöneltti.
‘Buraya sen geldin, nereye geldiğini bilmiyor musun?’ dedi adam.
Elinde ki saati göstererek şöyle dedi, ‘Buraya ben gelmedim, beni buraya bu saat getirdi.’ Adam gülümsedi yazı yazmaya devam etti.
Sare tekrar sordu. ’Burası neresi? Siz kimsiniz?’
Adam kafasını kaldırmadan cevap verdi: ’Burası Endülüs, ben Muhammed bin Tufeyl.’
Sare adamın onunla dalga geçtiğini düşündü, ‘Burası bir tiyatro sahnesi mi? Bu imkânsız.’
Adam Sare’ye keskin gözlerle baktı, ‘Beni oyalıyorsun, çık dışarı ve kendi gözlerinle gör.’
Gün ışığının içeri vurduğu tek pencereye yöneldi; bu inanılır gibi değildi, geçmişe gelmişti. Dedesinin odasında hep bir ilginçlikler olduğunu düşünürdü ama bu kadarını hayal bile etmemişti. İçeriye döndü ve kendini İbn Tufeyl olarak tanıtan adamın rahlesinin önüne oturdu.
Bir taraftan kenarları tezhip sanatı ile bezenmiş defterine not düşüyor diğer taraftan da farkında olmadan şöyle mırıldanıyordu Muhammed bin Tufeyl, ‘İnsanoğlu sadece kendi gördüğüne inanır, onunda bazen bir yanılsamadan ibaret olduğunu bilmeden.’’
Sare hala şaşkındı ama bu durumdan faydalanmak istiyordu. ‘size bir şey sorabilir miyim?’
‘Elbette.’
‘İnsanlar birinin konuşmasını taklit ederek konuşmayı öğrenirler, Hayy kimseyle konuşamadığı için kelimeleri telaffuz etmeyi öğrenememişti. Yıllar sonra adaya gelen Absal adında bir adamdan konuşmayı öğrenmişti. Peki nasıl oluyor da Hayy, utanma duygusunu henüz yedi yaşındayken hissediyor ve kendini örtmek adına çaba sarf ediyor?’
‘Çok güzel’ dedi bilge adam tebessüm ederek. ‘‘Haya duygusu, insan tabiatının özüdür. Nitekim biz insanlar, bizler için emsalsiz muallimler olarak gönderilen Enbiyalardan ilk olarak şu sözü işittik: ’Haya etmedikten sonra dilediğini yap.’ Hayy, kendi fıtratının gereğini yerine getirdi. İlahi ve saf fıtrata göre davrandı. Yani olması gerekeni yaptı.’’
Sare, yaşananlar üzerine artık şaşkınlığını atlatmıştı. İçerisinde bulunduğu durumdan istifade etmenin derdindeydi. Bundan ötürü sık sık sorular soruyordu. Akabinde bilgi ve hikmetine hayran kaldığı bu adamın verdiği cevapları pürdikkat dinliyordu. Bu yolculuğun kendisine farklı ufuklar sunacağının farkındaydı ve fakat bir o kadar da fantastik bir serüvenin içerisinde olduğunu da bilmekteydi.
Devamı gelecek…