Söz&Kalem Dergisi - Elif Yağar Aslan
Dedesinin kütüphanesinde bulduğu saat ile zamanda gizemli bir yolculuğa çıkan Sare, ilk durağı Endülüs de Muhammed bin Tüfeyl ile uzunca bir hasbihal etmişti. Vakit ilerledikçe eve nasıl döneceğini düşünmeye başladı. Kısa fakat bir o kadar istifadeli bu muhabbet için minnettarlığını dile getirerek müsaade istedi.
‘‘Bizim uğrumuzda mücahede edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz,’ diye buyurur Rahman. Okumayı, düşünmeyi, çalışmayı ve Rabbine yaklaşma gayretini asla bırakma,’ dedi adam. Sare gülümseyerek başını salladı.
Odadan çıkıp hole geldiğinde elindeki saati tekrar kurcalamaya başladı. Heyecanlıydı, acaba eve mi dönecekti yoksa yeni bir macera mı başlıyordu? Saatin vidasını çevirdiğinde etrafındaki her şeyin yine dönmeye başladığını hissetti. Baş dönmesi durup, ayaklarını yerde sabitlediğinde etrafı incelemeye başladı. ‘Evet, yeni bir macera’ diye fısıldadı.
Büyük sütunları olan uzun bir koridorun başında duruyordu Sare. Sağ tarafta oyma sanatı ile desen verilmiş sıralı kapılar vardı. Açık bir kapı gördü ve oraya doğru ilerlemeye başladı. Burası daha önce gittiği yerden daha ihtişamlı bir yerdi. Sol tarafta avluyu gören renkli pencereler vardı. Avluda halkalar halinde oturmuş talebe gruplarını gördü. Burası bir medreseyi andırıyordu. Açık kapıdan içeriye birkaç adım attığında buranın muazzam büyüklükte bir kütüphane olduğunu gördü. Rafların önünde bir adam sırtında yerlere kadar uzanan bir aba ile kitap seçiyordu. Bu defa kiminle tanışacağının heyecanı ile birkaç adım daha attı. Adam gelişini fark etmiş olacak ki başı ile Sare’ye oturması için yer gösterdi. İçinin kıpırtısını gizlemeye çalışarak konuşmaya başladı. ‘Efendim sizinle tanışmak isterim,’ dedi.
Adam gülümseyerek, ‘Sen beni tanıyorsun Sare. Deden geceler boyu sana benden bahsetmedi mi?’ dedi.
Dedesinin geceler boyu kendisine bahsettiği kişiyi düşündü. Aklına gelen isimle gözlerini kocaman açarak şaşkınlıkla ‘Siz İmam Gazali misiniz?’ dedi Sare. Ardından ‘Hayallerimi yaşıyorum galiba,’ diye mırıldandı.
‘Ebu Hamid el-Gazali.’
‘Size sormak istediğim birçok şey var efendim.’
‘Elbette sorabilirsin,’ dedi sakalları aklaşmaya yüz tutmuş adam. Sare, okuduğu kitaplardan aklını kurcalayan bir soru dizisi tasarlamıştı zihninde. Öğrenmeye ve bilmeye aç bir eda ile soruyordu sorularını. İmam Gazali, Sare’nin bu öğrenme merakından hoşlanmış ve hiçbir sorusunu geri çevirmemişti.
‘Kur’an bir nurdur Sare, nur olmaya en layık varlıklardandır. Evet, Hz. Muhammed (a.s) bu nur ile insanlığa aydınlığı getirendir.’ Sözünü tamamlayıp elindeki defterin sayfalarını incelemeye devam etti.
‘Peki efendim, Kur’an’ın nur olmasını biraz daha açıklayabilir misiniz?’ dedi Sare. Artık tüm şaşkınlığını üzerinden atmıştı. İmam Gazali ile arasında geçen bu muhabbet, Sare’ye dedesiyle olan güzel sohbetleri hatırlatmıştı.
‘Akıl gözüne nisbetle Kur’an ayetlerinin durumu dış göze nisbetle güneşin nuru gibidir. Çünkü görmek akılla tamam olur; bu yüzden güneşin ışığına ‘nur’ dendiği gibi Kur’an’a da ‘nur’ demek daha layıktır. Buna göre Kur’an’ın nuru güneş, aklın nuru ise göz durumundadır. İşte bu açıdan bakıldığında yüce Allah’ın, ‘’Allah’a, resulüne ve indirdiğimiz o nura inanın.’’[1], ‘’Ey insanlar! Size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.’’[2] sözlerinin manası anlaşılmış olur.’[3] dedi İmam Gazali.
Sare, kısa bir zamanda ne kadar istifade ettiğini düşündü. Dedesinin kendisine okuması için verdiği her kitabı okurken, kitabın yazarı ile hasbihal etmeyi aklından geçirirdi. Ne yazık ki dedesi genelde ona geçmiş zamanlarda yaşamış insanların kitaplarını verirdi; bu da Sare’nin sevdiği yazarlar ile buluşmasını imkansız kılardı. Fakat tam da şuan bu hayallerini yaşıyordu, hem de en sıra dışı haliyle.
Sare, bu maceranın da sonuna gelmiş gibiydi. Üstadına son derece hürmetkar bir talebe edasıyla İmam Gazali’nin yanından müsaade istedi. Koluna takmıştı zamanda yolculuk yapmasını sağlayan saati. Bu heyecan ile merak ettiği bütün herkesin kapısını çalmak istiyordu. Saatin vidalarını tekrar çevirdi, artık alışmış gibiydi bu yolculuğa.
Üçüncü durağı onu ürkütmüştü. Kare şeklinde, bir insanın içinde uzanamayacağı kadar küçük bir hücreyi andırıyordu. Yüksek tavanı ve tavana yakın ufak bir penceresi vardı. Buradan birkaç ışık hüzmesi içeri sızıyordu. Sare burada kimi görebileceğini düşünüyordu. Odanın köşesinde bir adam sırtını odaya dönmüş, secdeleri uzun tutarak namaz kılıyordu. Adamın namazı bitirmesini bekledi.
Namazını bitirip, ettiği uzun duaların ardından arkasını dönünce Sare şaşkınlığını gizleyemedi. Bu adamı çok iyi tanıyordu. Hayranlıkla okuduğu Fi Zilal-il Kur’an isimli tefsirin yazarı, Seyyid Kutub’tu.
Yorgun bakışları ile Sare’ye, yere serili olan battaniyeyi işaret ederek oturmasını istedi. Kısa bir selamlaşmanın ardından Sare, her zaman olduğu gibi heyecanla sorular sormaya başladı. Tıpkı dedesiyle yaptığı diyaloglar şeklinde uzunca hasbihal etmişlerdi. Sare, İbn Tüfeyl ve İmam Gazali’ye de zihnindeki soruları sormuştu fakat dönem olarak kendisine daha yakın bir dönemde olmasından olacak ki Seyyid Kutub hakkında daha çok şey bildiğini fark etmişti.
Muhabbet kalbe geldiğinde Seyyid Kutub şöyle dedi: ‘’ İmanlı bir kalp, sapıklıktan sonra ulaştığı hidayetin, karanlıktan sonra net olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra doğru yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk’a varmanın, kullara kulluktan kurtulup yalnız Allah’a kulluğun ve basit uğraşlarla bir süre vaktini öldürdükten sonra yüce ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini idrak eder ve şöyle der; `Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın.[4]”[5]
Sare vaktin nasıl geçtiğini anlamıyordu, fakat buradan ayrılmanın da zamanı gelmişti. Her defasında hüzün doluyordu Sare’nin boğazına. Üstadının izni ile buradan ayrılırken de aynı şeyi yaşamıştı. Bir kez daha saatinin vidasını çevirdi bu hüznü anlamlandırmaya çalışarak.
Dedesinin masasında iki kolunu başının altına almış haldeyken gözlerini açtı Sare. Etrafına göz attı, her şey yerli yerindeydi. Kolundaki saat aklına geldi fakat saat yoktu. İlginç olan şey ise o gizemli kutu da yoktu. Üç kitap duruyordu masanın üzerinde; Hay bin Yakzan, Mişkatü’l- Envar, Fi Zilal-il Kur’an’ın ilk cildi...
Her kitabın ruhu vardır, müelliflerini ruhlarında taşırlar.
[SON]