Topallaya topallaya bahçeye girdi. Herkes ona döndü. Hararetle süren konuşma bir anda kesilmişti. Dayandığı bastonunu, vücudundan bir organmış gibi rahatça kullanıyordu. Sanki bu odun parçası 10 yılı aşkın yarenliğini belli ediyordu. Selam verince herkes ayağa kalkmıştı. Yanında durduğu delikanlının omuzuna elini koydu.
- Hayırlı olsun yiğen, ataman olmuş.
- Allah razı olsun dayı. Eğilip elini öptü. Ağlayan bir kadının hüzünlü ses tonu lafa karıştı:
- Nereye çıktı diye sormayacan mı ağam? Kız kardeşine baktı:
- De bakem nireymiş seni ağlatan bacı. Ezanın okunduğu her yer mümine vatan Evellallah!
Kadın kısık bir sesle:
- Tee, en doğuda! Çok uzak bir yer imiş. Bitlis’in bir ilçesi gelmiş guzuma. Vah zavallı guzum!
Dayı yeğen göz göze geldiklerinde delikanlı dayısının gözlerinde aradığı hüznü bulamadı. Onun yerine ışıl ışıl bakan, memnun bakışlarıyla karşılaştı. Dayı gülümsedi. Kız kardeşi şaşkınlığını dile getirdi.
- Sen sankim sevinirsin ağam! Cevap vermekte gecikmedi:
- Hem sevinirim, hemi de gurur duyarım. Tanırım oranın insanını… Oturdular. Dayı susmuştu. O susunca kimse konuşmamıştı. Derin bir nefes aldı. Burnundan verirken burun delikleri genişledi. Delikanlıya dönüp:
- Sen pek küçüktün hatırlamazsın. Ben kamyon şoförü idim. Bacı hatırlar mısın tee Suudi’ye kadar giderdim? Kadın başıyla onayladı.
O zamanlar Rus bir patronum vardı. Paragöz gevurun tekiydi. Yaz dimez kış dimez her vakit sefer yazardı. Bana kışın çetininde sefer yazmıştı, hemi de İran’a.
Anam, atam, ağalarım el eman ettiler. Komayız, gidemezsin dediler. Ekmek parası dedik, düştük yollara. Bitlis Diresine geldik. Bilen bilir, nalet yerdir. Neredeyse kazasız günü olmazdı oranın. Kaç yiğide mezar olduğunu Allah bilir. Hele kışın, ora bela yurduydu. Sert, dik virajlı yollar, dağlık kayalık bir yer idi. Tecrübeli arkadaşlar, kışın oradan kazasız belasız geçene kurban düşer derdi.
Neyse, biz ya Allah deyip yola çıktık. Bitlis diresine girdiğimizde daha yolun üçte birini gitmişidik ki önümüzdeki kamyon ve birkaç tır duruverdi. İndiğimizde sebebini öğrenmiştik. Çığ düşmüş bir iki araç altında kalmıştı. Çok şükür ölen yoktu emme devrilen kamyonlar, düşen kar yolu kapatmıştı. Daha kötüsü, vakit ikindiyi çok geçmişti. Akşam kapıdaydı ve biz yardımın gelmesini beklemek zorundaydık. En yakın vilayet olan Van’dan yardımın gelip yolun açılması sabahı bulurdu. O zamana kadar donmamışsak, yolumuza devam edebilirdik. Birkaç arkadaş ateş yakmaya gayret etse de fırtına göz açtırmıyordu. Benimle beraber yola çıkan büyüğüm kalın kaşlı bir adamdı. Dışarı bir çıktı, döndüğünde ne görim, kaşı kirpiği donmuştu.
Gecenin ilerleyen saatleri bizim için felaketin habercisiydi. Hava eyice soğumuş bizi de dondurmaya azmediyordu. Öyle ki ayaklarımızı, ellerimizi hissetmemeye başladık. Sıcak memleket insanıydık biz, soğuğa biz hiç dayanamıyorduk. Başta zangır zangır titreyen bedenime, sonra datlı mı datlı bir uyku çökmüştü. Ben yatacak gibi olunca arkadaşım beni uyandırıyor, o yatacak olsa ben onu uyandırıyordum.
Tam umudumuzu kestik. Artık ölümümüzü bekliyorduk. Birden kamyonun kapısının sopa ile dövüldüğünü duyduk. İlkin umursamadık, yanlış duyduk herhal, dedik. Daha sert vurdular. Hemen indik, bir de ne görelim, sadece gözleri açıkta, ellerinde tüfenkleri, bir gurup adam. Eyvah, dedik teröristler. Betimiz, benzimiz atıverdi.
Peşi sıra, yüzlerini açıp yakın köyden geldiklerini söylediler. Şaşırdık. Yanlarında birkaç hayvana yüklenmiş eşyalar, gerilerinde bir traktör vardı. Bize yiyecek, soba, branda ve kalın yün yorganlar getirmişlerdi. Hemen sarındık. Birkaç kamyonu yanaştırıp getirdikleri brandayı gerip bizi bir nebze soğuktan korudular. Tüplü sobaları yaktılar, rüzgâr söndürmesin diye etrafını sardık. Battaniyeleri gerdik. Zorluklarla bize çay kaynatıp tandır ekmeğine otlu peyniri katık ettiler.
Sana yeminlen diyem yiğen, onların gözlerinin içi o çaydan daha sıcaktı. Birkaç köylünün merhameti, hayatımızı kurtarmış, içimizi dışımızı ısıtmış, bize hayatımız boyunca unutamayacağımız bir ders vermişti. Hemi de sadece muhtar Türkçe biliyordu. Diğer köylülerle de aramızda tercümanlık ediyordu. Hani atalar der ya; insan insana, hem ilaç hem zehirdir diye. Aynen öyledir.
Biz de giderken onlara elimizden ne gelse 3-5 yardım ettik. Gerçi onların o iyiliğinin bir karşılığı yoktu ama olsun, en azından masraflarını karşılamıştık.
İnsanın insana merhameti, Rabbin merhametini de çekmiş, fırtına dinmişti. Birkaç saat sonra yol açılınca biz de yolumuza devam ettik. Ben hiçbir zaman, o geceyi, o güzel insanların iyilik ve merhametini unutmadım. Kimse konuşmuyordu. Delikanlı gülümseyerek baktı dayısına, dayı da ona. Kız kardeşine başını çevirip:
-Eyidir doğu insanı, eyidir bacı! Hoştur, merhametlidir, misafirperverdir. Memleketi soğuk, yüreği sıcaktır. Ah nifak ekenler olmasa! Nasıl kucaklardı mümin mümini…
Dayı hüzünlenmişti. Gözünden akan yaşları silip kalktı. Kulağına ezan sesi doluştu. Dua ede ede, yine topallayarak caminin yolunu tuttu. Ardından avluda kalan herkesi derin bir düşünce almıştı.
Söz&Kalem - Meryem Varol