İnsanın, varlığı itibarıyla maddeden soyut nefis ve beden birlikteliğinden oluşan bir varlık olması üzerine kurulu İslam ahlak felsefesi, varlığı itibariyle akli olan ama bedenle birlikte bulunması sebebiyle fiilleri itibariyle maddeyle ilişkili bulunan nefsin, maddi unsurlardan soyutlanarak yetkinliğini kazanması çerçevesinde anlam kazanmaktadır.
Nefsin bu ikili yönü onu nazarî ve amelî akıl gücü bakımından yetkinleşmeye konu kılar. Nefsin akli boyutunun her iki açıdan bilkuvvelikten bilfiilliğe çıkması yetkinlik olarak adlandırılır. Temelde “metafizik bilgi”ye ilişkin olan nazari akıl gücü bakımından yetkinlik, aklın bilkuvvelikten bilfiil ve müstefâd akıl seviyesine çıkması anlamına gelir. Böylece kişi bilgisine konu edindiği şeyleri onun hakikatine uygun bir biçimde“burhânî” olarak bilir.
İslam düşüncesinde “yetkinlik”, İslam filozoflarının önemle üzerinde durduğu bir kavram olarak karşımıza çıkar. Gerçek anlamda varlıkların yetkinliklerinin ne derece var olup olmadığı hakkında yapılan tartışmalar, kavramın daha net olarak incelenip araştırılması yönündeki çalışmaların artmasını sağlayarak, mutlak manada yetkinliğin Allah olduğu algısı, filozofları diğer varlıkların yetkinliğinin ne olup olmadığıyla ilgili sorulara yöneltmiştir.
Antik çağ düşünürlerinden bazıları insanın mutlak yetkinliği konusunda olumsuz görüşler ortaya koymuşlarsa da sonraki dönemlerde yaşayan filozoflar; insanın ahlaki güç ve imkânlarını eksiksizce geliştirmek ve hayata geçirmek suretiyle yetkinleşebileceğine daha iyimser yanaşmışlardır. Kendilerine verilen akıl, irade ve eğitimle çeşitli yetkinliklere ulaşabilirler. İslam filozofları açısından yetkin insan, düşünme özelliğine sahip olması yanında, ahlaki erdemleri kendinde toplamalı, bu özelliklerinin artması ondaki yetkinlik derecesini artırırken, azaldığı oranda da yetkinliğini kaybeder.
Tanrı’yı, metafiziğin en temel problemi olarak kabul eden İbn Sina’ya göre yetkinliğe ulaşabilmek ancak Tanrı’nın hem varlığını hem de niteliklerini ortaya koymasıyla mümkün olabilir.[1] Ona göre ahlak felsefesinin konularıyla yakından ilgili olan irade-ihtiyar, fazilet-rezilet, saadet-şekavet ve hayır-şer gibi kavram çiftlerinin tanımlanması metafizik meselelerle yakından ilişkilidir.
El-Medinetü’l-Fazıla’da, mutluluğun ancak Tanrıya benzemekle elde edilebileceğini söyleyen İbn Sina, varlık hakkında sahip olmamızı istediği bilginin esasına da Mutlak Varlık’ı yerleştirmiş, varlığın maddî boyutundan ziyade metafizik boyutunu görmemizi istemiştir.
İslam filozoflarının yetkinlik ölçeği konusundaki en dikkat çekici örneklerinden biri ise Hz. Peygamber’dir. Varlıklar açısından yetkinliğin en üst basamağında insanı gören, insanlar açısından peygamberler, peygamberler açısından da Hz. Peygamberi yetkinlik bakımından en üst konumda tutan İbn Sina'da oluşturulmak istenen yetkinlik ölçeğinde temel amaç, Hz. Peygamberin yetkinliğini ölçmek değildir. Onun daha iyi tanınmasını ve örnekliği konusunda daha iyi bilgi sahibi olmalarını amaçlamaktır.
Fârâbî’nin ahlakın gayesinin en yüce mutluluk olması gerektiğine dair görüşünü ortaya koyması neticesinde İslam ahlak felsefelerinde mutluluğu gaye olarak kabul eden ahlak yaklaşımları belirleyici olmaya başlamıştır. Bu süreç sonrasında iyi-kötü, erdemler ve erdemsizlikler mutlulukla ilişkili bir biçimde ele alınmıştır. İnsan, bil kuvve olan tüm güçlerini bilfiil yaparak elde edeceği yetkinlik neticesinde, dünya ve ahretteki hakiki mutluluğa kavuşabilecektir.
Erdemlerin kazanılması neticesinde ahlaki bir yapının meydana gelmesi ise mücerret bir varlık olan nefsin, bedenle birliktelik hâlinde bulunması sonucunda gerçekleşir. Nitekim akli varlık olarak nefis, bedende ortaya çıkan öfke (gazap) ve arzu (şehvet) güçlerini kontrol ettiğinde eylemler, erdeme uygun bir biçimde ortaya çıkacağı için güzel ahlak tahakkuk eder. Ahlaklılığın eylemler neticesinde yerleşmesiyle de metafizik bilgiye erişimi sağlayan vasat olarak “insani yetkinleşme” gerçekleşir.
İslam felsefesi alanında önemli eserler veren İbn Miskevey; insanın yetkinliğini kazanmasının düşünme ve ayırt etme gücünde yattığını söyler ve bunu eğitim yoluyla sağlayabileceğini belirtir. Bunun için, insanın mantık ilminden başlayarak ilahi ilimlere doğru bir eğitim sürecinden geçmesi gerekir. Yetkin insanın gerçek mutluluğu elde ettiğini söyleyen Miskevey, buna ulaşmanın en iyi yolunun eğitimle birlikte toplum içindeki yardımlaşmalar olduğunu ancak bu şekilde olgunluk kazanabileceğini söyler. Çünkü insan tek başına mükemmelliği yakalayamaz, sahip olduğu yetkinlikleri en iyi ortaya çıkarabilmesi, kullanabilmesi ancak diğer insanlarla olan birlikteliğiyle mümkün olabilir.
Gazali'de ise yetkinliğin en üst mertebesindeki yegâne varlık Allah’tır. O’nun yetkinliği kendisinden gelir ve bunun değişmesi söz konusu değildir. İnsandaki yetkinliğin nefsini arındırdığı ölçüde artabileceğini belirten Gazali, bunun yolunun da eşyanın hakikatini bilmekten geçeceğini belirtmektedir.
Farabî, Kindî, Şihabeddin Sühreverdî, İbn Sina, Gazalî, Nasiruddin Tusî, İbn Miskevey gibi İslam felsefesi filozofları, gerçek yetkinliğe sahip varlığın Allah olduğu görüşünde birleşmektedirler.
Sonuç olarak
İnsanın uğraş alanına giren sanatların en değerlisinin felsefe, felsefenin de mertebe bakımından en yüce ve şerefli disiplininin metafizik olduğunu söyleyen Kindî kozmik varlığı değişen ve değişmeyen olarak iki kısma ayırmış; fiziğin değişenin, metafiziğin ise değişmeyen varlıkların bilgisini verdiğini ifade etmiştir.
Yetkinlik; nitelik bakımından kendinin üstünde bir şey düşünülmemesi, her bakımdan en üstte olma, tam ya da saf olma, arızi olmama hali olarak tanımlanabilir. İnsan; Tanrısal manada bir yetkinliğe ulaşamaz, ancak Tanrı'nın kendisine bahşettiği özellikler sayesinde çeşitli yetkinliklere sahip olabilir ve gerekli şartları yerine getirdiği oranda bunları geliştirebilir.
Meşşaî filozoflardan olan İbn Sina’ya göre de ahlakın gayesi, insanın gerçek mutluluğudur. Gerçek mutluluk (es-saadetü’l-hakikiyye) ise, bedenî (hissi) ve dünyevî değil, aksine ruhî (aklî) ve uhrevîdir. Bu mutluluğa ulaşabilmenin temel şartı, insanın başta Tanrı olmak üzere varlıkları bütün yönleriyle mümkün olduğu ölçüde kavrayıp bilmesidir.
Ahlak ve metafiziğin insan aklını iki yönlü beslemesi arasındaki irtibatın nasıl olduğuna gelecek olursak; filozoflara göre, külli bir ilim olarak metafizik diğer ilimlere ilkelerini verdiği gibi, ahlaka da ilkelerini vermektedir. Bu da metafizik ile ahlak arasında bir irtibat kurulmasına imkân vermektedir. Bu yaklaşım ise ahlakın nihai anlamda kaynağının Allah olduğu kabulüne götürmüştür.
İslam filozoflarına göre “nefis (ruh)” ve “beden” gibi birbirine zıt iki tabiattan mürekkep olan insan, yetkinleşmesi esnasında nefsiyle ulvi âleme, bedeniyle de süfli âleme iştiyak/eğilim duymaktadır. Dolayısıyla o ya süfli âleme iştiyakını itidale/adalete uygun bir şekle getirip nefsinin yüce âleme duyduğu iştiyakını hikmetle güçlendirerek yetkinleşmiş, eksikliklerini gidermiş bir şekilde ait olduğu asıl yerine, yüce âleme, Tanrı’nın yakınına ulaşır ya da yetkinliğini elde edemeyip kendinden aşağı olan varlıklar derecesine düşer.
Tam da burada sorulması gereken soru ise şudur: Peki insan bu yetkinliğe nasıl ulaşabilir?
Başta İbn Sina olmak üzere Meşşaî filozoflar, salt bilgi sahibi olmayı ahretteki kurtuluş için yeterli görmemekte, bunun yanı sıra amelî felsefenin konusuna giren erdemli bir hayat yaşamayı kapsayan ahlak öğretilerine de önem vermektedirler. Ancak ahlâkî yaşantıyı benimsemede ve erdemli davranışları meleke haline getirmede öncelikli adım, metafizik âlemin ulviliğinin farkına varmak ve o varlık boyutuna özlem duymak olmalıdır. Bu yüzden varlığa dair tefekkürlerimiz nihayetinde aşkın, yetkinliğin ve inayetin kaynağı olan Zorunlu Varlık’a dayanmaktadır. Çokluktan ve değişimden münezzeh olan Tanrı, insana akıl gücünü bahşederek varlığı, yetkinliği dolayısıyla kendisine çıkan yolu görmesini istemiştir. Bundan dolayı insanın varlık hakkındaki bilgisinin çokluğu ve berraklığı, nefsin yetkinleşmesinin yegâne göstergesi durumundadır.
Yunus’un dilinde “İlim, kendini bilmektir” dizesine dönüşen “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi bu sorumuzun cevaplarından olsa gerek. Zira insanda gözlenen iyi veya kötü söz ve fiiller, bedenle birlikte bulunan, fakat bedenden daha üstün olan nefisten kaynaklanmaktadır ve ona nispet edilmelidir. Bu bakımdan nefsin ne olduğunun, bedenle nasıl beraber bulunduğunun, bedenle birleşmesinden önce ve ondan ayrıldıktan sonraki yerinin ne olacağının bilinmesi gerekir. Bu bilgi ona aynı zamanda Rabbini de tanıtacaktır. Keza insanı bilme faaliyeti, mutluluğun ne olduğunun ve nasıl kazanılacağının, aynı şekilde mutsuzluğun da ne olduğunun ve ondan nasıl sakınılacağının yolunu gösterecektir. Bu demektir ki, yine insanın bilinmesi, insanın huylarının (ahlak) nasıl oluştuğunun ve onların nasıl iyi birer meleke hâline getirebileceğinin imkânını kendinde taşıyan bir faaliyet olarak görülmektedir.
Söz&Kalem - Serdar Ayhan