Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Yetiş
Batı dünyasında Rönesans’tan itibaren başlayan kültürel değişim, son iki yüzyılda takip edilmez bir hıza erişmiş ve hızla gelişen kitle iletişim araçları kültürleri birbirine komşu etmiş, hiper bir etkileşimle medeniyetleri birbirinden haberdar etmiştir. Modernlik, diğer toplumları çeşitli enstrümanlarla hazza endeksleyerek sözde “dünya uygarlığı” haline getirmeyi başarmış, medeniyetlere kendi öz yargılarını sınırlayıcı ve yoz, modern sistematiği ise özgürlüğün yegane kaynağı olarak tanıtmıştır. Böylece modernizmin özümsenmesi meşakkatli olmamış aksine kolaylıkla her toplum geç kaldığı modernleşebilme biçimine atlayabilmenin yordamını aramış, kendine özgü modernleşmenin yollarını bulmaya çalışmış ve yönünü mutlak bir Batı modernleşmesine çevirmiştir. Bu yeni tanışmada yeni varoluşsal inşalar üretmiş, Müslüman toplumlar hızla eksen kaymasına uğrayarak Batının ahlakına bürünmüştür.
Modernite insanı hayatın merkezine yerleştirerek; onu her şeyin ölçüsü ve ölçütü olarak konumlandırarak, insanın yaratıcıyla, kâinatla ve diğer insanlarla irtibatını koparmasına ve onlarla çatışmaya dayalı bir ilişki kurmasına yol açmıştır. Çatışmaya dayalı bu ilişki, tabiata, kozmik dünyaya ve nihayetinde kutsallara da saldırıyı tetiklemiş, yeninin gelişiyle eskiye ait her şey zihinde öteki konumuna konularak hasıraltı edilmiştir. Bu sürecin ortaya çıkardığı köklü varoluş krizleri, insanın iç dünyasının imha edilmesine, dış dünyanın kutsallıktan arındırılarak hâkimiyet kurulacak, kontrol edilecek ve sömürülecek bir alan olarak belirlenmesine yol açmıştır. Sonuç olarak da modernite insanı, Tanrı'yı, tabiatı, diğer insanları, toplumları, medeniyetleri kontrol altına alarak her nevden sömürüye açık hale getirmiş, akabinde değer yargılarını pazarlamıştır. Yani Batı önce tahrif sonra da tatbik ile yeni bir inşayı başlatmış, akabinde biyolojik dürtülere ve dünyevi hazlara hitap ettiğinden tıpkı saate pili taktıktan sonra kendiliğinden çalışması gibi toplumların kendiliğinden batılılaşmasını keyif kahvesi eşliğinde müşahade ederek birer pazar haline getirmiştir.
Böylece modernliğin ürettiği varlık, bilgi ve değer anlayışı ile geleneksel düşüncenin varlık, bilgi ve değer anlayışı arasında kapatılması zor boşluklar oluşmuş, bu ontolojik ve epistemolojik zemin kayması, insanlığın son zamanlarda yaşadığı anlam ve değer krizinde kendisini ziyadesiyle hissettirmiştir. Modernliğin ortaya çıkardığı anlam ve değer krizi ve buna eklenen özgürlük kaybı ve din anlayışı insan hayatında büyük boşluklar üretmiş, bu boşlukların ürettiği ontolojik ve epistemolojik güvensizlik hali de modern insanı sahte değerlere yönelterek, araç değerleri amaç yerine koymaya ve onları kutsamaya sevk etmiştir. Gerçekten varlık ile değer arasındaki ontolojik zeminin kaybolması, anlamların buharlaşmasına ve dolayısıyla yüce değerlerin kaybolmasına da kolayca zemin hazırlamıştır.
Modernliğin varlık ve değer birliğinin zemin kayması sonucunda -tabiri caizse- yaratıcı tatile gönderilmiş ve dolayısıyla hakikatte oluşan dağılma durumu da parçalanmış bir benlik anlayışına sebep olmuştur. Yaşanan sorunlar, modern insanın anlam haritalarının kaybolmasına; doğru ve yanlışın birbirine karış- tırılmasına, dinden uzaklaşmaya ve nihayetinde sapmalara; savrulmalara ve alt üst oluşlara dönüşmüştür.
Şimdiye dek anlattıklarım bize modern çağda hazzına düşkün bireylerin süreç içerisinde nasıl dönüşüp dağıldıklarının çetelesini vermektedir. Yitirilen değerlerin bizi nasıl yabancılaştırdığı ve ecnebi yaşam tarzının nasıl içimize ilmek ilmek işlendiği sarih şekilde ifade edilmiştir.
Yaşananların tüm sorumlusu biz ve konu kendi hakikatimizi araştırmaya gelince sergilediğimiz tembelliğimizdir.
İdeolojik sapkınlığımızın da bedeni teşhir etmenin çağdaş ve elit sayılmasının da gençlerin günah bataklığında debelenmesinin de toplumsal krizlerin yaşanmasının da en büyük sebebi kendimiz olamayışımızdır. Bize örnek olanın ilkelerini benimseyemeyişimizdir. Batı'nın cafcaflı, dünyevi ve hazsal etkilenimlerine sorgusuz tav oluşumuz, onların kültür değerlerini onlardan daha fazla sorgusuz kabul edişimizdir.
Toplumsal var oluşumuzu güçlü şekilde sergileyemememiz başka varoluşsal inşa denemelerine cüret kazandırıyor, akabinde de öz yurdumuzda parya konumuna düşüyoruz.
Fakat biz hicret ettiği şehirde kendi pazarını kuran, su ihtiyacını gidermek için su dilenen değil kuyu satın aldıran, toplumsal sözleşme imzalayarak kabileler arası barışı önceleyen, dominant, insancıl bir o kadar da selamet lütfeden bir peygamberin inşa ettiği medeniyetin bireyleriyiz.
Özgüvenimiz, yaşı küçük gönlü kocaman bir kaç gencin zamanla Arabistan yarım adasına sahip oluşundan, sayıca kendinden 10 kat fazla olan düşmana karşı galibiyet alan sahabe-i kiram efendimizden, Hayber Fatihi Hz. Ali'den, Faruk olan Adalet timsali Hz.Ömer'den gelmeli.
Pörsüyüp yüksünerek modernitenin dayattığı ahlaka dönüşmek için kendimizden taviz vermek yerine dünyanın ahlakına çamur banan bu yoz kültürün en büyük caydırıcıları olmalıyız.
Hulasa biz Müslümanların Aziz Kur'an'a dayalı inancı, fikri, düşüncesi, örf ve adetleri vardır. Kültürümüzün kökleri derin olup, hiçbir medeniyetin kültür kalıplarına, hele yoz yaşam biçimlerine ihtiyacımız yoktur.
Özenilmesi gereken bir kültür varsa o da İslam Kültürüdür. Uyulması gereken ilkeler varsa o da Kur’an-î ilkelerdir. Dinlenmesi gereken bir düşünür varsa ilki Resulullah efendimizdir.
Bedensel teşhirin, adam kayırmanın, güvensizliğin, saygısızlığın, yalnızca aklı esas alan düşünce pratiğinin bizim hayatımızda yeri de karşılığı da yoktur, olmamalıdır.
Bırakın onlara benzemeyi, onlara karşı durmalı Müslüman genç. Medeniyete katkı sağlayacak tekno ve global sistemlerden faydalanıp ahlakî yozlaşmaya set çekebilme kabiliyetinde olmalıdır.
Rönesans denince aklına İslam'ın altın çağı gelmelidir. Medeniyet denince teşhir edilmiş vücutlarla tatile çıkıp envai çeşit helal olmayan yollardan network yapan, dinden bigane tiplemeler değil kardeşiyle ekmeğini bölen, kirliliğin kol gezdiği devirde beş vakit abdesti inancının farzı kılan, kadınların diri diri gömüldüğü ortamda kadına söz hakkı tanıyan, gençlerin görülmediği toplumda gençleri ser ilan eden. Nakıs kabul edilenlerin değersizleştirildiği toplumda (Muaz b. Cebel) onlara devletten görev veren, ekonomide dayanışmayı esas alan ve sosyal adalet sağlayan Asr-ı Saadet gelmelidir.
İşte medeniyet budur, modernitenin yoz kültürü, çıplak bedenleri, sapmış fikirleri, günlük hazlarla yarına dair umut nüvelerinin bürünmediği pasif ve yıkıklığa ramak kalmış sözde özgürlük naraları atıp gecesinde evde manevi krizler yaşayan gençliği değil.
Uyan ve farkına var!
Şaşalı gösterimlerle sunulanın arkasında köhnemiş ve çürümüş bir yapı var.
Sen!
Budandıkça fışkıran, yıllandıkça tat veren, gücünü gücü yaratandan alanın öğretilerinin temsilcisisin.
Halifesin!