Bir saate kadar herkes aşağıda olsun diyerek sözlerini bağladı. Sesi sert ve soğuktu. Koğuş amiri bir yandan daha yatakta olan askerleri nasıl toplayacağını düşünürken bir yandan Emredersiniz efendim, dedi. Bir süre komutanın uzaklaşmasını bekledi. Sonra elindeki demir çubukla koğuş kapılarını sertçe vurdu. Askerlere emirler verip dururken bu tembellerin nasıl olup da bu kutsal vatanı koruyacaklarını düşünüyordu. Yarım saat sonra bağırıp çağırmaktan, küfretmekten boğazı kurumuştu. Son askeri mühimmat odasına gönderince biraz olsun rahatladı.
Karanlık, soğuk bir odaydı burası. Sorgu odalarına benziyordu. Tavandan sarkan avizenin loş ışığıyla aydınlanıyordu. Işık kendinden sonra en çok odanın tam ortasındaki masayı aydınlatıyordu. Odanın üç yanını saran kitaplık benzeri dolaplar askeri mühimmatlarla doluydu. İçeri giren asker önce kendine lazım olan malzemeleri masaya dizdi. Sonra masanın yanında durarak küçük bir kitaptan anlaşılır anlaşılmaz bir sesle dualar okudu. Dua bitince kitabı saygıyla kapattı. Başındaki kipayı çıkarıp kitapla beraber yüksek bir yere kaldırdı. Masanın yanına gelip önce çelik yeleğini, sonra önü ceplerle dolu bir yelek daha giydi.
Beylik tabancasını aldı. Sanki hedefte düşmanı varmış gibi ciddi bir yüzle nişan aldı. “Puuuh” diyerek düşmanı vurduğunu farz ediyordu. Tabancayı kılıfına yerleştirirken yüzündeki ciddiyet bozulmadı. Yeleğin ceplerini yedek şarjörlerle doldurdu. Sis ve göz yaşartıcı bombalar, Çakı, kelepçe, cop ve daha onlarca malzemeyi hızla ceplerine yerleştirdi. Kaskını başına geçirip boynuna dürbününü, yelek ceplerinden birine de sürekli sesler gelen telsizini koydu.
Bir şey kaldı mı diye etrafı yokladı. Bazen en ufak bir malzeme hayat kurtarıyordu. Gerçi mahalleye tank ve zırhlı araçlarla gireceklerdi ama olsundu operasyon sırasında sıcak temas sağlanırsa durum hiç belli olmazdı. Bazen düşman öyle bir saldırıyordu ki bunca mühimmata rağmen korunmak mümkün olmuyordu. Düşmanın ancak uzaktan gördüğü bu mühimmatlarla nasıl olup da mücadele edebildiğine şaşıyordu. Kâh, onların bizim gibi donanımlı ordu karşısına çıkma cesareti bile olmamalıydı diye düşünürken kâh, bir Yahudi asla düşmanını küçümsemez diyordu. Evet, düşmanını küçümseyen mağlup olmaya mahkûm olur. Kapının dövülmesiyle irkildi. Makineliyi omuzuna astığı gibi odadan çıktı, gitti.
****
Gün öğleni devirmek üzereydi. Birkaç saattir bu sokaklarda bir kameraman resimler çekiyor, çocuklara oyunlarını bozmamalarını resim çekip gideceğini söylüyordu. İstihbarat yanlış herhalde. Operasyon yok buralarda, diye düşündü. Buna çok seviniyordu.
İki tarafında evlerin sıralandığı bu dar sokakta onlarca çocuk beraber oynuyorlardı. Sokakta koşuşturan çocukların cıvıltıları, kadınların konuşma sesleri birbirine karışarak biraz sonra kopacak fırtınanın tam tersine bir hava estiriyordu. Savaş, tecrit ve yokluk bu çocukların cıvıltılarına ulaşmamış gibiydi. Onları çepeçevre saran bu duvarlar yalnızca ellerine, kollarına sınırlar çizmişti. Gönüllerine ve ufuklarına hiçbir şeyin sınır çizemediği; oyunlarından, seslerinden, yüzlerinden ama en çok da gözlerinden belliydi.
Elindeki kameranın düğmesine son kez bastığında bu sokağın kaçıncı resmini çektiğini düşündü. Bir evin merdivenine oturup matarasından su içti. Güneş gözlüğünü saçları arasına tutturup çektiği resimleri incelemeye başladı. En iyi resimleri bu sokakta çekmişti. Işığı, açıyı en iyi burada yakalamıştı. Hele duvarın dibindeki şu üç çocuk ne güzel çıkmışlardı. Gözleri çakmak çakmaktı. Şu gri tişörtlü olan diğer çocuklara elindeki kitaptan hararetle bir şeyler anlatıyordu.
Fotoğraflar bitirince ayağa kalktı. Sırt çantasını tek koluna takıp köşeye ulaşmak üzereyken polis arabasının sesini duydu. Durdu. Hayır, yanlış duymamıştı. Uzaktan siren sesi geliyordu.
Biraz sonra sokakta tam bir kargaşa çıktı. Kadınlar küçük çocukları alıp evlerine kaçtılar. Çocukların biraz büyük olanları çatışmaya koşuyorlardı. Kimi yüzünü sararken kimi sapanı için taş toplamaya başlamıştı. Evlerden birkaç genç erkek fırlamış sağa sola bağırarak komutlar veriyorlardı.
Kameraman çatışmaya koşan bir çocuğu kayda almaya başladı. Demin ders anlatan çocuktu. Kitabını kenara fırlatmış, tişörtünün önünü tutmuş bir iki adım koşuyor bir taşa rast gelince durup alıyor sonra koşmaya devam ediyordu. Çocuğun bunu yaparken ki ciddiyeti, doğallığı cephede baskın yiyen bir askerden farksızdı. Yerden topladığı bu taşlar, onun için birer askeri mühimmattı. Hem de zırhlı araçların, tankların, kepçelerin baskın yaptığı mahallesini korumak için elindeki tek askeri mühimmattı.
Kameraman sokağı bitirip dönen çocukların peşinden koştu. Biber gazından gözleri yana yana ilerliyor, bir yandan üzerinde “basın” yazan kaskını takmaya çalışıyordu. Kısa bir sürede sokaklar savaş alanına dönmüştü. Sis bombası atılan yerlerde göz gözü görmüyordu. Çığlık atan kadınların sesleri siren seslerine karışıyor dumanla birlikte göğe yükseliyordu.
Birkaç saat kadar sonra sokaklar sakinleşmişti. Her köşede tutuklanan insanlar vardı. Bir kepçe sokakta bir evi yıkarken köşede park eden zırhlı araçlara insanlar ite kaka bindiriliyorlardı. Sokaklar biber gazından etkilenen durmadan beddualar eden kadın ve çocuklarla doluydu.
Kameraman kaskını çıkardı. Bir köşede gözlerini yıkamaya çalışıyordu. Birden sokağa on kadar asker girdi. Aralarında az önce onlarca fotoğrafını çektiği gri tişörtlü çocuk vardı. Siyah bir bantla gözleri kapatılmış elleri arkadan ters kelepçelenmişti. Çekiştirerek götürüyorlardı. Yüzü, kolları yer yer kanamış ter ve tozla kirlenmişti. İçinde zor durduğu bir öfke kabardı. Çocuğu onların insafsız ellerinden çekip almak istedi ama yapamadı. Matarasını atıp iki eli arasına aldığı kamerasını kaldırdı. Onun da zulme karşı direnişi buydu.
Kadrajına, onlarca tam teçhizatlı askerin arasındaki bu zayıf çocuğu yerleştirdi. Az önce çektiğinden çok farklı bir durumdaydı. Tam deklanşöre basacakken çocuk kendine hakaret eden askere kafasını kaldırıp bağırdı. Dimdik duruyordu. Diğer askerin kelepçeyi çekip canını acıtmasına rağmen daha da kafasını eğmedi. Hatta daha fazla kaldırdı. Zulme verileceği en iyi cevabı vermişti. Hem de başkaldırışının şuan bir kamera tarafından çekildiğini, biraz sonra dünya ajanslarına düşeceğini ve maruz kaldığı insanlık dışı muamelenin zalimi vicdanlarda bir kez daha mahkûm edeceğini bilmeden. Bunu kameramanda bilmiyordu elbet, o şuan bu çocuk için yapabileceği tek şeyi yapıyordu. Fotoğraf çekildiğini fark eden askerler, tehditler savurarak kameramanın üzerine yürüyüp birkaç dipçik darbesi vurdular.
Onlar gidince etraftakiler yardıma koştu. Düştüğü yerden kaldırdılar. Kaldırımın kenarına oturup dudağından akan kanı sildi. Darp edildiği için canı yanmıyordu. Fakat içine bir kor düşmüştü.
Ne kadardır burada oturduğunu bilmiyordu. Karşısındaki duvara öylece bakıyordu. Yerlerde tutuklanan çocuğun kitabının sayfaları vardı. Kim bilir daha nelere tanık olmuştu bu duvar. Kaç zulmü izlemişti böyle sessiz, hareketsiz…
Bu duvar böyle eskiyecek kadar burada kaldıysa ona dayanan, eşiğinde oynayan bu çocukların ne zaman büyüdüğüne, kaç kez yetim kaldığına, hangi ara baştan aşağı yürek kesildiğine şahit olmuştu. Zayıf sırtlarında yalnızca bir tişört olan bu çocukların büyük orduları korkutup tanklarla, bombalarla siper aldıran ellerindeki taşların, yalnızca “taş” olmadığına da şahit olmuştu.
Ayağa kalktı. Köşe başındaki markete gitti. Kırılan camlara basarak içeri girip elinde bir kutu boyayla çıktı. Duvarın önüne geldi. Elindeki boyayla yüreğine heykelini diktiği çocuğu anımsatmak için, duvara kime ait olduğunu hatırlayamadığı Arapça bir şiir yazdı.
“Sapan taşlarıyla bombalara karşı koyanlar, kuşların gagalarındaki taşların Ebreheyi yendiğine iman ederler. (İnanırlar)”
Söz&Kalem Dergisi | Meryem Varol